Tarih bir ayna gibidir. Eğer ders alınırsa, tarihi olaylar doğru analiz edilirse bugünü ve geleceği inşa etmek için herkese çok sağlam ve sağlıklı malzeme çıkar. Sadece “dün ne olduğunu”, “ne yaşandığını” anlamak için tarihe bakmak şartıyla. İdeolojik duruşumuza göre, siyasi ve şahsi menfaatlerimiz için de malzeme bulabiliriz tarihte yaşananlardan. Fakat bu “hastalıklı” bakış açısı ile bulunacak malzeme bize doğruları, gerçekleri göstermez.
Etik Haber köşemizde kısa bir süredir “liderlik” konusunu yazıyoruz. Tarihte yaşanan bazı olayları olduğu gibi aktararak bugüne ve yarına ışık tutmaya çalışıyoruz. Orada, tereddütten başlayarak ihanete uzanan hayatlar da var; ilkeli durarak inanmışlıktan gerçek yol arkadaşlığına, kader birlikteliğine uzanan hayatlar da var. Liderin başarısı, bir anlamda kadronun lidere inanmışlığı, sadakati ve adanmışlığı ile yakından ilişkilidir. Bu sadakat ve inanmışlık ise en kritik zamanlarda kendini göstermektedir.
Bir Yüzbaşı’nın Kısa Hikâyesi: Lidere Doğru Yolculuk
Bilmiyorum, tarihçilerimizin dışında O’nu bu ismiyle tanıyan veya hatırlayan var mı? “Yüzbaşı Emrullahzade Asaf Tevfik.” Bir adam liderin güvenini nasıl kazanır ve liderine nasıl kader arkadaşı olur? Yüzbaşı Asaf Tevfik’in hayatında bu soruların cevabını bulacağımızı düşünüyorum.
Baba tarafından Rodos’tan gelen Evlad-ı Fatihan Hüsrevoğulları (veya Yeşilimamoğulları), ana tarafından 1890’larda Kafkasya’dan Hendek’e göçen bir aileden gelen Asaf Bey, Gedikli Küçük Zabit Mektebi’nden (Astsubay Okulu) 1906’da mezun oldu. Harp Okulu’ndan mezun olmamasına rağmen başarılı hizmetlerinden dolayı 1909’da teğmenliğe, 1915’te üsteğmenliğe yükseldi. Çanakkale Cephesi’nde Alçıtepe Savaşları’nda bacağından yaralandı. Bursa Askeri Hastanesi’nde dört aylık tedaviden sonra, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın komutanı olduğu Mavera-yı Kafkas Ordusu Komutanlığı’nın Yaverliği görevine tayin edildi.
Tarih 1918 Haziran Ayı idi. Rusya’da Bolşevik İhtilali olmuş, Ruslar Brest-Litovsk Anlaşmasını imzalayarak savaştan çekilmişti. Mavera-yı Kafkas Ordusu’nun görevi “Turan” yolunu açmak için Kafkas Cephesi’nde savaşan Türk ordusunun yeni kurulmuş olan Azerbaycan ve Gürcistan devletleri topraklarında kalmış olan birliklerini mümkün olursa geri çekmekti.
Yüzbaşı Asaf ve arkadaşlarının harekât hazırlıkları uzun sürdü. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandı. Silahlar bırakıldı. Komutanları Nuri Paşa kurmay heyetiyle Bakü’ye geçmişti. Yüzbaşı Asaf, Harekât Şubesi Müdürü Yarbay Bekir Sami Bey’le birlikte Harbiye Nezareti’nin Mütareke Komisyonu ile kararlaştıracakları hükümleri almak için kalmıştı. Özellikle İngilizler, Kafkasya’daki Türk kuvvetlerinin Anadolu’ya geçmelerini istemiyorlar, oyalıyorlardı. Günler geçiyordu. 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edilmiş, bir gün sonra 16 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa 9. Ordu Müfettişliği göreviyle Samsun’a hareket etmişti.
Yüzbaşı Asaf’ın dayıoğlu Muzaffer Bey, ikinci yaveri olarak Mustafa Kemal Paşa’nın yanındaydı. Resmen değil ama fiilen işgal altındaki İstanbul’da durulacak ve yaşanacak hal yoktu. Üç arkadaş, Teşkilat-ı Mahsusa’dan Yüzbaşı Dayı Mesut, Yüzbaşı Yörük Selim ve Yüzbaşı Emrullahzade Asaf Tevfik, Yunan işgaline karşı yerel savunma birlikleri oluşturmuş bulunan Ege cephesindeki durumu da görerek, Erzurum’dan Sivas’a yola çıkacağını duydukları Mustafa Kemal Paşa’ya ulaşmaya karar verdiler. Yüzbaşı Asaf, oradan Bakü’ye geçecek, yaveri olduğu Nuri Paşa’yı bulacaktı.
Ege’de Yunanlılar, Akhisar cephesinde durdurulmuşlardı. Bu cephenin komutanı Mahmut Celal (Bayar) Bey’di. Teşkilat-ı Mahsusacı Dayı Mesut, kendisini İttihat ve Terakki İzmir (Ege) Katib-i Mesullüğü (İzmir Bölge Başkanlığı) döneminden tanıyordu. Bandırma’dan güçlükle Akhisar’a geldiler ve Celal Bey’i buldular. Celal Bey üç arkadaşı konuk etti, ilgi gösterdi. Mustafa Kemal’e gitmekte olduklarını öğrenince Ege cephesi hakkında bilgi verdi, bu bilginin Mustafa Kemal Paşa’ya aktarılmasını istedi. Üç arkadaşın paraları yoktu. İkinci Balıkesir Kongresi ile adeta orada devlet kurmuş olan teşkilatın kasasından ihtiyaçlarını temin etti. Celal Bey ile sabaha kadar dertleştiler. Sonra yola çıktılar.
Salihli’de Ethem Bey’in karargâhında dört gün konuk oldular. Oradan Afyon’a hareket ettiler. Afyon ve Eskişehir’de İngiliz kuvvetleri vardı. Ali Fuat Paşa (Cebesoy) topladığı kuvvetlerle Sivrihisar üzerinden Eskişehir’e iniyordu.
Yüzbaşı Asaf ve iki arkadaşı sağladıkları sahte kimliklerle Eskişehir’e ulaştılar. Eskişehir sevinç içindeydi. Birkaç gün önce İngiliz işgali altındaki şehir Ali Fuat Paşa’nın komutasındaki millî birliklerin müdahalesiyle işgalden kurtulmuştu. Burada birkaç gün kaldılar. Sonra dört günlük yorucu bir araba yolculuğunun ardından Ankara’ya geldiler.
Ankara’da daha sonra Düzce İsyanı’nda şehit düşecek olan Tümen Komutanı Mahmut Bey’le görüştüler. Ankara’ya gelişlerinin ikinci günü Mahmut Bey’in yardımıyla Sivas yolculuğuna hazırlanırlarken, Eskişehir’den muzaffer dönen Ali Fuat Paşa ile tanıştılar. Ali Fuat Paşa Yüzbaşı Asaf ve arkadaşlarını içtenlikle ve dostça kabul etti. “Ben de Sivas’a gideceğim, bir iki gün bekleyin, birlikte gidelim” dedi. Beklediler. İki gün sonra da Ali Fuat Paşa, Hakkı Behiç (İçişleri eski Bakanı) Bey ve Ali Fuat Paşa’nın yaveri Saim Bey Komutanlığında bir süvari müfrezesi de beraberlerinde olduğu halde Sivas’a hareket ettiler.
Böylelikle “kendi kaderine terk edilmiş Anadolu’yu” aşarak 1 Eylül 1919’da Sivas’a varabildiler.
Yüzbaşı Asaf Tevfik Mustafa Kemal Paşa’nın Huzurunda
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Sivas’a üç gün önce gelmişler ve kongre hazırlıklarına başlamışlardı.
Yüzbaşı Asaf Tevfik’in sonradan öğrendiğine göre, Mustafa Kemal Paşa Yaveri (Yüzbaşı Asaf Tevfik’in dayısının oğlu) Muzaffer Bey’den Kafkasya’ya ordu yaverliği göreviyle gideceğini öğrenince, “benimle konuşmadan gitmesin. Bir sebep bul, çağır” demiş.
Yüzbaşı Asaf Tevfik Mustafa Kemal Paşa’yı, Anafartalar zaferini kazanmasından sonraki geçit resminden beri görmemişti. Asaf Tevfik, Sivas İdadi (Lise) binasının üst katındaki Heyet-i Temsiliye odasına girdi. Yarı sivil, yarı asker kıyafeti içinde, ama hangi şart içinde olursa olsun karşısındakine kendisini kabul ettiren tavrı ve bakışı ile oturan Mustafa Kemal Paşa ile karşılaştı. Paşa gülerek:
“Maşallah… Siz Muzaffer’in iki katısınız!..” dedi. Karşısında yer gösterdi. Yüzbaşı Asaf Tevfik, maroken eskisi dar sandalyeye ancak sığabildi.
Paşa, “Batum’a gidiyormuşsun. Niçin?” diye sordu.
Yüzbaşı Asaf, görevini anlattı. Paşa dikkatle dinledi. Başını sallayarak, biraz üzgün bir tavır ve ses tonuyla konuştu:
“Biz burada yetişmiş dost insan ihtiyacı ile kıvranıyoruz. De ki, Kafkasya’ya gittin, döndün… Döndüğünde burada işgal edilmemiş vatan toprağı bulabilecek misin? Yorgunsun… Bu gece düşün, yarın konuşuruz.” Dedi.
Karargâhtakilerin çoğu Yüzbaşı Asaf’ın dostlarıydı. Dayıoğlu Muzaffer aynı zamanda Karargâhın iaşe amiriydi. “Karargâh tabldotundan yiyeceğine göre iki yüz kuruş vereceksin ağabey…” dedi. Ve yaverlik odasının rafına sıralanmış sarı defterlerden birini çıkararak adını son sayfaya yazdı. Bu sarı defterler, başkası bulunmadığı için Heyet-i Temsiliye’nin boş sayfalarını doldurduğu “resmi arşivi” idi. Nasıl inanılmaz imkansızlıklar içinde, nasıl imkansız gibi görünen kutsal bir amacın kucaklanmakta olduğunun tablosu olarak…
Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’da askerlikten istifa ve mücadelesine bir “ferd-i mücahit” olarak devam kararından sonra, Ordu Müfettişliği kadrosunda olan subaylar başka yerlere tayin edilmişlerdi. Biri hariç hiçbirisi O’nu yalnız bırakmamıştı. Başka hiçbir dayanakları olmayan çoğu genç ve aralarında evliler de, bakmakla yükümlü oldukları insanlar da olan yiğit askerler, gözlerini kırpmadan, “bu vatan kurtulacaktır” diyen muzaffer komutanın çevresinde kenetlenmişlerdi.
Yüzbaşı Asaf, o gün biraz şehri dolaştı. Akşam İdadi’nin yatılı öğrencileri için yapılmış bulunan yemekhanesinde birleştirilmiş masalarında yemeklerini yediler.
Yer olmadığı için Başyaver Cevat Abbas ile İkinci Yaver kardeşi Muzaffer Yüzbaşı Asaf’ı odalarına aldılar. Her üç saatte bir, ikisinden biri, iki saat için elinde silah dışarı çıkıyor, dönünce de sadece çizmelerini çıkararak tahta kerevet üzerindeki saman yatağa uzanıyordu. Yüzbaşı Asaf, gerçeği ertesi sabah öğrendi: Ordu karargâhını koruyacak nöbetçiler yeterli değildi. Yanlarındaki odada yatan Binbaşı Hüsrev (daha sonra Berlin ve Tokyo Büyükelçisi olan Hüsrev Gerede) ve Yüzbaşı Kemal (Daha sonra Korgeneral Kemal Doğan) diğerleriyle nöbetleşe elde silah bekliyorlardı. Daha sonra Yüzbaşı Asaf da onlara katıldı.
Yüzbaşı Emrullahzade Asaf Tevfik “Kılıç Ali” Oluyor!
Yüzbaşı Asaf, uykusuz geçen bir gecenin şafağında “kalıyorum” demek için Mustafa Kemal Paşa’nın karşısındaydı. Paşa onun kararını hiç yadırgamadı. Sadece hafifçe güldü. Karşısında yer gösterdi. Önündeki kâğıdı uzattı. Bu Yüzbaşı Asaf’ın kısa bir özgeçmişiydi. “İsmi” karşısındaki, asıl adı olan “Asaf Tevfik” silinmiş, onun yanındaki, Harbiye’nin künye kaydı geleneğine uygun olarak nüfusa kayıtlı olduğu İstanbul/Beşiktaş’ın “Kılıç Ali” semt adı kalmıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın beğendiği bir şeyi yaptığı zaman gözlerini daha da renklendiren bakışı Yüzbaşı Asaf Tevfik’in üzerinde dolaştı ve şunları söyledi:
“Artık Asaf Tevfik yok… Sadece Kılıç Ali var… Ne güzel isim… Malumundur ki, Hazreti Ali’nin diğer adı da Kılıç’tır. Hem de Allah’ın keskin kılıcı… Böyle bir birleşme olur da insan Asaf’ı filan nasıl taşır? Hele senin gibi savaşmış bir asker olursa…”
Bir dakika öncesine kadar Asaf Tevfik, şimdi Kılıç Ali olan Yüzbaşı o kadar mahcup oldu ki, kızardığını ve terlediğini hissetti. Mustafa Kemal Paşa ardı ardına O’nun, “Aman Paşam, iltifat buyuruyorsunuz” demesini dinlemedi bile. Ordu Müfettişliği’nin Harekât Şube Müdürü olarak kendisiyle Samsun’a çıkanlardan Binbaşı Hüsrev (Gerede) Bey’i çağırttı.
“Benden arkadaş istiyordun. İşte sana değerli, tecrübeli bir dost… Kılıç Ali!.. Tanırsın değil mi?” dedi.
Hüsrev Bey, Yüzbaşının yeni adını duyduğu anda bir şaşkınlık geçirdi. Paşa güldü: “Asaf masaf değil. Kılıç Ali!..”
Paşa, O’na yıllar sonra Soyadı Kanunu çıkınca da (1934) “Ali Kılıç” diyecekti.
Kılıç Ali ve Hüsrev Bey yanından ayrılırken:
“Nuri Paşa’ya kararının nedenlerini ayrıntısıyla bildir. Vatansever adamdır, memnun olması lazım.” Dedi.
“Kılıç!.. Kendini Ateşe Atabilecek misin?”
Evet! Hikâyemizin en can alıcı yerine geldik. Buraya kadar yazdıklarımızdan da lider, kadro ve lidere inanmışlık konularında alacağımız önemli dersler var. Fakat, durun! Turpun büyüğü heybede. Biraz sabır.
Paşa, Kılıç’a bir görev verdi. O’nu Samsun’a gönderdi. Kılıç Samsun’da iki gün kaldı ve Paşa’nın emirlerini tamamlamış olarak yeniden Sivas’a döndü. Paşa onu dinledi ve her zamanki o nazik, kadirbilir tavrıyla teşekkür etti.
Kılıç Ali’nin Samsundan döndüğü günün ertesi günüydü. Heyet-i Temsiliye yavaş yavaş derlenip toplanıyordu. Çoğu kimse nereye doğru gidileceğini bilmiyordu.
Gecenin ilerlemiş saatiydi. Kılıç Ali yatmak üzeriydi. Ali Çavuş, Mustafa Kemal Paşa’nın O’nu çağırdığı haberini getirdi. Kılıç Ali yanına girdiğinde Mustafa Kemal Paşa odada tek başına ve düşünceliydi. Masanın üzerinde altı sedef kolonlu sekiz numara gaz lambası yanıyordu. Paşa her zamanki gibi “otur” demeden:
“Kılıç!.. Sana vereceğim tehlikeli bir görevi kucaklayabilir misin? Kendini ateşe atabilir misin?” diye sordu.
Kılıç’a bir an parmağıyla yanan lambayı işaret ediyormuş gibi geldi… Kılıç, cevap vermeden ani bir hareketle sağ eliyle yanan lambanın şişesini kavradı. Saatlerdir yanan ve eskilerin deyişiyle nar-ı beyza (“akkor, beyaz ateş” manasında olan bu tabir, Fizikte 1.800 derece kadar olan ısıda erimeyen cismin sıcaklık hâli demektir) haline gelmiş şişeye eli yapıştı. Yanık bir et kokusu, bir anda odaya yayıldı. Kılıç, kavrulan elinin derisini sert bir hareketle şişeden nasıl kurtardığını anlayamadı. Sadece Paşa’nın sesini duydu:
“Çocuk… Ne yaptın?”
Ne yaptığını Kılıç Ali de bilmiyordu.
Aklından peş peşe şu düşünceler geçti:
Paşa, niçin böyle bir soru sormuştu? Neden böyle bir soruya cevap alma ihtiyacı duymuştu?
Belli bir somut olay, kendisine ulaştırılmış ve içinde Kılıç Ali’nin de görev aldığı, O’nu huzursuz eden bir ihbar mı vardı?
Mustafa Kemal’in emrine girmeden önceki görevi, Mavera-yı Kafkas Ordusu Komutanı Nuri Paşa’nın yaverliği idi. Nuri Paşa, bilindiği gibi Enver Paşa’nın kardeşi idi. Enver Paşa o tarihte henüz Rusya’da idi ve Buhara’ya gitmemişti. Bakü’de toplanan Şark Kongresi’ne katılmıştı. Kongrede, değişen rejim ne olursa olsun, Türkiye ve Türkler üzerindeki değişmeyecek politikası gereği Rusya, Anadolu’nun bağrında başlamış olan millî hareketi etkisi altına almak istiyordu. Şüphesiz Enver Paşa, bu açıklanmayan istek ve amaçlar için Moskova açısından en mükemmel kozdu.
Ama Kılıç Ali, bu olayların tamamen dışındaydı ve bunu kanıtlamıştı. Acaba Mustafa Kemal Paşa’ya ulaştırılan bu muydu? Yani Paşa’ya “Kılıç Enver Paşa’nın adamıdır” mı denilmişti?
Hikâyemizin burasında Kılıç’a kulak verelim:
“Zannetmiyorum. Ne o gün, ne de ondan sonra asla üzerinde durmadım ve her şeyi en büyük hakem olan zamana bıraktım.
O da, hassas ruhunu hiç şüphesiz derinden etkilemiş, ama o ani hareket içinde, ruha hâkim ebedi kararı tescil ettirebilmiş olmanın inancını aziz hayatının sonuna kadar zerrece zedelememiş, iddiasız ömrümün tek övüncü sevgi ve güvenini esirgememiş olmakla gösterdi.”
Kılıç Ali, namı diğer Yüzbaşı Emrullahzade Asaf Tevfik bu son olayı anılarında şöyle bir değerlendirmeden sonra anlatmaktadır:
“Gammazlık ve çekememezlik, her büyük insanın çevresinde kaçınılmaz hastalıktır. Mustafa Kemal Paşa bu illeti en aza indirmişti.
Bu gerçeği, bana maddi olmaktan çok ruhi acı veren ve yapısında biraz saflık, hatta çocuksu haysiyet duygusu olan, belki milyonların varlığında yaşanmamış bir biçimde tecrübe ettim.”
Esasında Mustafa Kemal Paşa “Kılıç!.. Kendini ateşe atabilecek misin?” sorusunu onun kendisine olan inancını, sadakatini denemek veya test etmek için sormamıştı. Ona vereceği yeni görevin önemini ve ciddiyetini anlatmak için sormuştu: Kılıç’ın yeni görevi, “Maraş-Antep Cephesi Milis Kuvvetleri (Kuva-yı Milliye) Komutanlığı” idi.
Tarih 12 Ekim 1919, Paşa Kılıç’a “yarın şafakla çalışma odasına gelmesini” emretti. Kılıç Mustafa Kemal Paşa’nın yanına girdiğinde, masanın üzerinde Kiepert haritasının Güney Anadolu bölümü seriliydi. Bir yanda da çözülmüş şifreler, telgraflar, yazışmalar duruyordu.
Paşa akıl almaz dikkatli ev sahibiydi. Resmi görevle de olsa, kabul ettiği kimselerin unutmadığı alışkanlık ve tercihlerine göre ikramda bulunurdu. Kılıç’a sordu:
“İnşallah kahveni içmemişsindir?”
Kılıç’ın sabahları fincanla değil de bardakla sade kahve içtiğine dikkat etmiş, nedenini de sormuştu. Kılıç hiç düşünmeden,
“Kafamı topluyorum Paşam…” cevabını verince gülmüş:
“İnsanın bardakla kahve içince toplanacak kafası olması ne saadet!...” demiş, birkaç gün sonra da:
“Kılıç, senin bardakla kahve formülün fena değil!..” deyince Kılıç Ali, Paşa’nın da denediğini anlamıştı.
Paşa kahveleri getiren Ali Çavuş’a emir verdi:
“Kimse gelmesin!..”
Ve üste koyduğu telgrafı Kılıç’a uzattı:
“Şunu oku!..”
Kılıç Ali, önce telgrafın gönderildiği yere göz attı. Antep’ten geliyordu ve şöyle diyordu:
“Paşam! Emriniz üzerine şehrimizde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştur. Fransızlarla Ermenilerin Maraş’tan Antep’e yürümeye hazırlandıkları, Halep’ten yeni kuvvetler getirdikleri öğrenilmiştir. Telgrafhane, iki Fransız ve üzerinde Fransız üniforması olan iki Ermeni subayı tarafından sürekli kontrol altındadır. Bir fırsatı bulup bu haberi vermekle bendeniz görevlendirildim. Aman Paşam, başımıza teşkilat yapacak güç ve yetenekte subaylar gönderin. Paşam, dışarıda ayak sesleri var, zannediyorum geliyorlar. Telgraf Memuru Mahmut Mahir.”
Kılıç Ali telgrafı okudu bitirdi. Mustafa Kemal Paşa şu emri verdi:
“Seni, Maraş-Antep havalisinde millî kuvvetler teşkilatını yapman için oraya gönderiyorum. Biliyorsun, her savunma beldesi bir cephedir ve burada görev alanlar, cephe komutanlığı yetki ve sorumluluğuna sahiptirler. Hizmet birliklerinden mümkün olan yapılacaktır. Düşmanların amacı, Ege’de Yunan işgalini serbest bırakırken, kendi ellerindeki toprakları bizden koparacaklarıyla genişletmek ve bağımsız Türk devletine imkan vermemek… İlk anda Fransızları karşımızda buluyoruz. Telgrafı okudun. Bu millet esir olur mu? Her yer, arkasından gidebileceği asker-sivil insan arıyor. Bugün için en buhranlı bölge Urfa-Maraş-Antep… Bu konuda tecrüben var. O bölgenin halkını iyi bilirim. Yiğit, sadık, fedakâr insanlardır.”
Kılıç Ali gerçekten heyecanlanmıştı. Adeta gözleri doldu. Sesi titriyordu. Şunları söyledi:
“Elimden geleni yapacağım paşam… Güveninize ve ilginize layık olacağım. Allah bizimledir.”
Paşa O’nu başıyla onayladı:
“Tabii bizimledir. Biz meşru haklarımızın, vatanımızın kurtuluş mücadelesini yapıyoruz. Bana günü gününe haber vereceksin. Teşkilatını halkın içinde ve onlarla birlikte yap. Onlara hiç çekinmeden gerçekleri söyle… Bu milletin en büyük meziyetlerinden biri, devletine ait gerçekleri, ne kadar acı olursa olsun bilmesi ve kendinden açık gönülle hizmet istenmesini kucaklamasıdır. Biliyorsun Ali Rıza Paşa Hükümeti daha Damat Ferit’in ordu birliklerinin başına getirdiği Millî Mücadele aleyhtarı kumandanları yerinden tamamen alamadı. Bazılarına göre de kararsızlıklar devam ediyor. Onun için sen, onların tarzını dikkate alarak ihtiyatlı ol… Başardıkça yanında müttefik bulursun… Hiç de geç kalma… Mümkün olan süratle hareket et. Gerekenleri Hüsrev’le görüş, hallet, ondan yeni bir şifre al. Miftahı da Malatya’da olduğu gibi Muzaffer’e vermeyi unutma…”
Kılıç Ali, “ne muhteşem hafızası var” diye düşündü. Çünkü Malatya’ya Ali Galip olayı için giderken yeni şifrelerin icatçısı olan Hüsrev Bey’den aldığı çözüm tablosunu dayıoğlu Muzaffer’e vermeyi unutmuş, halledebilmeleri için Hüsrev Bey’e başvurmuşlardı.
Dünün Yüzbaşı Emrullahzade Asaf Tevfik’i, şimdinin Kılıç Ali’si Liderin iki elini birden öptü. Lider O’nu kucakladı. Gülerek omuzunu sıvazladı ve
“Bak Kılıç!.. Başaramazsan ismini geri alırım!..” diye takıldı.
Kılıç Ali gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra Elbistan’a doğru yola çıkmadan önce, son emirlerini almak ve elini öpmek üzere Liderin, Paşa’nın huzuruna çıktı. Paşa, görevinin önemini ve başarılı olacağına inandığını anlattıktan sonra, bütün mücadelesinde O’na güç verecek olan şu cümleleri söyledi:
“Haydi, Allah yüzünü ak etsin!”
Evet! Lider de Kılıç Ali de Türk Milleti de başaracaktı. Urfa-Maraş ve Antep kurtulacak, “kendini ateşe atan Kılıç” görevi başaracaktı. Liderin, Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği “Kılıç Ali” ismini ölünceye kadar şerefle taşıyacaktı. Dahası işin sonunda vatan ve Türklük kurtulacaktı.
Kılıç Ali’nin anılarından (Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Derleyen: Hulusi Turgut, 3. Baskı, İş Kültür Yayınları, İstanbul, 2005, s. 51-56, 80-85.) derlediğimiz bu satırları heyecanla ve ilgiyle okuduğunuzu tahmin ediyorum.
Kılıç Ali, Lider ölene kadar hep en yakınında oldu. “Zevat-ı Mutade” denen ve bir elin parmaklarının sayısını geçmeyen en yakın halkada yer aldı. Zaman zaman eleştirildi. “Liderin etrafını çevirip, O’nu çevreden kopardıkları” gibi asılsız suçlamalara maruz kaldı. Ama O hep Liderin yanındaydı. Zaten çok fazla korumayla gezmeyi sevmeyen Liderin bulunduğu bir yerde ani bir patlama sesi duyulduğunda Liderin üstüne gövdesini siper eden üç kişiden biri Kılıç Ali olacaktı. Diğer ikisi, Salih Bozok ve Nuri Conker’di. Onlar Liderin, Gazi Paşa’nın Selanik’ten çocukluk arkadaşlarıydı.
Şimdi başa dönersek, “lidere inanmak, güvenmek ve sadakat göstermek”, veya “liderin kadrosuna inanması ve güvenmesi” başarı için olmazsa olmazlardandır. Eğer birlikte yürünecek bir kutlu yol varsa, sahip çıkılacak bir kutlu dava varsa o yolda yürüyecek olanlar ve yolun sonunda zafere ulaşacak olanlar işin başında “kendini ateşe atanlardır.” Bilinmelidir ki, daha işin başında tereddüt gösterenler, ikircikli bir tutum sergileyenler en kritik anların birinde lideri terk edecektir.
Tarih, ateşe atılanlarla da tereddüt edenlerle de doludur. Fakat başarı, ateşe atılanlar tarafından sağlanmaktadır. Esasında zaferlerin tarihi “kendini ateşe atanların” tarihidir.
Liderlik yazılarına devam edeceğiz.