Cumhur İttifakı’nın Oluşumu
16 Nisan 2017 tarihinde yapılan halk oylamasında AKP ve MHP’nin birlikte TBMM’nden geçirdiği Anayasa değişikliğine milletimizin “Evet” şeklinde irade beyan etmesi üzerine, ülkemizde “Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi” (veya Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) hayata geçirilmeye başlanmıştır. İlerleyen süreçte bu sistemin gerektirdiği “Uyum Yasaları” kapsamında yapılan değişikliklerle de siyasi partilerimizin birlikte “ittifak” yapmalarının önü açılmıştır. Bu ittifak, hem Cumhurbaşkanlığı, hem de TBMM’ni oluşturacak genel seçimler için geçerlidir. Anayasa değişikliğindeki belirlenen normal zamanından (3 Kasım 2019) erkene alınan ve 24 Haziran 2018 tarihinde birlikte yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı ve 27. Dönem Milletvekilliği Genel Seçimleri bu ittifakların yarıştığı seçimler olacaktır.
Önceki yıllarda % 10 ülke barajından dolayı zaman zaman yasaların etrafından dolaşılarak, partilerin tüzel kişilikleri ve amblemleri ortadan kaldırılarak, bir başka siyasi partinin çatısı altında gerçekleştirilen seçim ittifakları artık hukuki bir zemine oturtulmuştur. Siyasi partilerimizin tüzel kişilikleri ve amblemleri ile vatandaşın karşısına çıkacakları bu İttifaklar; demokrasimizin ahlaki/etik değerini yükselteceği gibi, uzlaşma ve hoşgörü ortamının gelişmesine de katkı sağlayacaktır. Her ne kadar bazıları tarafından “kutuplaşma ve çatışma” yaratacağı kaygısı içinde sunulsa da “ittifak” hem partilerimizde hem de seçmende siyasi uzlaşma kültürümüzün gelişmesine önemli katkılar yapacaktır. Aynı veya benzer değerler üzerinden siyasallaşmış geniş halk yığınlarının ülkenin geleceği/yönetimi için ortak hareketi milli birlik ve bütünlüğümüzü de güçlendirecektir. Şüphesiz, ittifaklar arası seçim yarışı toplumda bir tartışma zemini oluşturacaktır. Bu da doğaldır. Milletimiz siyasi iradesinin ittifak sayesinde güçlü bir şekilde ülke yönetimine taşındığına şahitlik edecektir.
Parçalanmamış, güçlü bir “yürütme” organı ile tüm siyasi tercihlerin ittifak marifetiyle parlamentoya taşındığı ve temsil imkanı bulduğu, denge ve denetim mekanizmasının daha sağlıklı işleyeceği bir “yasama” organı (TBMM) meydana gelmiş olacaktır. Bu ikisi tarafından (milletin iradesi) seçilecek, bağımsız ve tarafsız, aynı zamanda “Türk milleti adına karar veren” bir yargı organı da oluşmuş olacaktır.
Bu sistem; diğer bir yönüyle de 1952 NATO’ya girişimizden itibaren oluşturulan ve 1961 Anayasası ile yasal altyapısı tamamlanan “vesayet” ve “siyaset mühendisliği” düzeninin de tarihe karışacağı, Türk milletinin iradesi önündeki iç ve dış bariyerlerin kaldırılacağı bir siyasi/yönetim modelini hayata geçirecektir.
Yukarıda “erkler” ve onların oluşumu bakımından ana esaslarını belirttiğimiz “Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi” ile Ülkücü hareketin, Türk milliyetçilerinin yıllardır seslendirdiği “Milli Devlet, Güçlü İktidar” dönemine gireceğiz.
Yeni dönemin ilk ittifakı, yeni sistemin mimarı olan iki parti, AKP ve MHP tarafından oluşturuldu: “Cumhur İttifakı.” BBP de (seçimlerde AKP listeleri içinde yer almak yoluyla) bu ittifakta yer alacağını açıkladı. Sayın Devlet Bahçeli’nin her aşamasına imzasını attığı ve adını koyduğu Cumhur İttifakı, 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarına göre % 57.2, 1 Kasım 2015 seçim sonuçlarına göre de % 62 oy oranına sahip “siyasi” zemine dayanmaktadır. Elbette bu iki genel seçimin sonuçlarına yansıyan siyasi zemin, sosyolojik ve ideolojik olarak daha geniş bir tabana (% 70’ler) oturmaktadır.
İşte bu yazıda Cumhur İttifakı’nın dayandığı sosyolojik ve tarihi zemini, arka planı ele alacağız. Cumhur İttifakı ile oluşan “siyasi bilinç” ülkenin geleceği bakımından ne ifade ediyor? Sorusuna da cevap arayacağız.
Modernleşme Tarihimizin Batıcıları
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu olumsuz durumdan kurtarılması için aydınlar arasındaki çare arayışları özellikle I. Meşrutiyet döneminde başlayan düşünce akımlarını doğurdu ve aydınlar bu akımlar çerçevesinde gruplaştılar. Bu akımlar II. Meşrutiyet’in sağladığı hürriyet ortamında iyice belirgin hale gelmiştir.
Avrupa merkezli düşünen “Batıcılar”, Avrupa’nın siyasi ve felsefi görüşlerini esas alan bir devlet ve toplum tasavvuruna sahiptiler. Islahat ve modernleşme bakımından Batı medeniyetinin kapısından giren her şeyin bir ayrım yapılmaksızın alınması taraftarlarıydılar. “Osmanlılık” fikirlerinden de ayrılmamışlardı. Bu düşünce tarzının “taklitçilik”ten öteye geçemeyeceği açıktı.
Modernleşme Tarihimizin Türkçüleri
İkinci güçlü akım, Türk milliyetçiliğini esas alan “Türkçülük” akımıydı. 1789 Fransız İhtilali’nden sonra ortaya çıkan “modern milliyetçilik” akımı sonucu devlet içindeki önce Gayrimüslim sonra da Türk olmayan Müslüman unsurların ayrılıkçı hareketlere başlaması, Türk aydınlarını uyandırdı. II. Meşrutiyet’ten sonra Türk milliyetçiliği fikri çok daha güçlü bir hale geldi. Bu akımın en güçlü temsilcisi kendisinden önceki edebi ve kültürel Türkçülük hareketinin oluşturduğu birikimi ve Batı’yı iyi anlamış olan Ziya Gökalp’ti.
İlk gençlik yıllarından itibaren sosyoloji ve felsefe konusunda kendisini çok okuyarak yetiştiren Ziya Gökalp, Türklerin “soy, din, dil ve ülkü” birliği etrafında bir “millet” oluşturmaları gerektiğini belirtiyordu. Sünni dindarlığı ılımlı bir tasavvufla kaynaştırmaya eğilimli “Türk Müslümanlığı” geleneğine bağlı kalıyor, her halükarda dinin milli bir biçimde canlandırılarak yaşanması onun din konusundaki düşüncelerinin esasını oluşturuyordu. Ziya Gökalp, zamanla Din-devlet, din-toplum ilişkileri bakımından “laikliği” sistematik hale getirecektir. Cumhuriyet, Ziya Gökalp’in fikirleri doğrultusunda yapılanacaktır. Onun için Ziya Gökalp, “Cumhuriyet’e ruh veren adam”dır.
Başlangıçta “bütün Türklerin birliğini” savunan Ziya Gökalp, zaman içinde bu birlik düşüncesinin yakın hedefini “Anadolu Türklüğünün birliği”ne getirecektir. 17 Şubat 1911 tarihinde “Genç Kalemler” dergisinde yayımladığı “Turan” şiirinde “Turan”ı bir “toprak parçası veya coğrafya” olarak değil bir “mefkûre” (ülkü) ve bir “düşünce” olarak tanımlayacaktır:
“Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan…”
Prof. Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun ifade ettiği gibi, “Gökalp’te tecavüzî (yayılmacı) taarruzî (saldırgan) bir Turancılık mevcut değildir. Turan, hakikatte, ‘Kızıl Elma’ şiirinin gösterdiği gibi medeniyete kavuşmuş, zengin ve ilim hayatı inkişaf etmiş (gelişmiş) bir Türkiye’dir.”
Gökalp, 1923’te vefatından bir yıl önce yazdığı “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde Türkçülüğü, “Türk milletini yükseltmek” olarak açıklamıştır.
Modernleşme ile ilgili görüşlerini de “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak (Çağdaşlaşmak)” şeklinde formüle edecektir. Modern Türkiye’nin “ortak kültür” esaslı millet ve milliyetçilik anlayışı onun imzasını taşıyacaktır. Bir Türkçü olarak Ziya Gökalp, Türk-İslam kültürünü, geleneğini, tarihi köklerini esas alan bir “modernleşme” fikrini benimsemiş modernisttir.
Modernleşme Tarihimizin İslamcıları
“İslamcılık” akımına gelince; bunlar başlangıçta, devletin gerilemesini, kötü gidişi sürekli İslam’dan uzaklaşmaya bağlıyorlardı. Osmanlı Devleti Batı ile ilişkilere geliştirip, ıslahatlar yapmaya başlayınca da kötülüklerin sebebi olarak “Batı taklitçiliğini” ve “Hristiyan adetlerin benimsenmesini” gösterdiler. Camiler, medreseler ve tekkelerdeki Osmanlı kamuoyunun temsilcileri, yapılan her yeniliğe karşı oluşan havayı “şeriat elden gidiyor” şeklinde bir slogana dönüştürdüler.
II. Abdülhamit’in son yıllarına doğru İslamcılar, “Sıratımüstakim Dergisi’”i çıkartmaya başladılar. Bu dergi sonradan “Sebilürreşat” ismiyle devam edecektir. İslamcıların fikri gelişmesinde adeta “motor” gücünü oluşturan bu dergiler etrafında oluşan yapı, dış etkileşimlere de açık bir yapı idi. Nitekim, dönemin önemli İslamcı aydınlarından Cemalettin Afgani’nin (Hemedan/İran 1838-İstanbul 1897) İstanbul’a gelişi, Mısır’daki İslamcı aydınlardan Türk kökenli Muhammed Abduh’un (Mısır 1849-İskenderiye/Mısır 1905) Suriye’de lise müdürlüğü yapması; Meşrutiyet yıllarında Sebilürreşat Dergisi’nde Muhammet Ferit Vecdi’nin (İskenderiye/Mısır 1878-Kahire/Mısır 1954) yazılar yazması Batı medeniyetinden haberdar olan “modernist bir Türk İslamcılığı” fikrini doğurdu.
Sebilürreşat’ın yazı kadrosunda, Mehmet Akif (Ersoy), Ahmet Hamdi, Mahmut Esat, İzmirli İsmail Hakkı, Ahmet Naim, Tahir’ül-Mevlevi, Bursalı Tahir, Ali Ekrem, Şerafettin, Halim Sabit, M. Şemseddin gibi pek çok yazar, düşünür aydın vardı. Çoğu batıyı bilen, müspet bilim tahsil etmiş insanlardı. Bu dönemde Sadrazamlık da yapmış olan Sait Halim Paşa da modernist İslamcı akımın ileri gelenleri arasında idi.
Bu aydınlar da kendi aralarında görüş farklarından dolayı gruplaşmış idiler: Afgani ile başlayan Abduh, Musa Carullah (Tataristan 1875-Kahire 1949) Ferit Vecdi ve İkbal (Pencap/Pakistan 1877-Lahor/Pakistan 1938) gibi düşünce adamlarınca geliştirilen modernist İslamcılık düşüncesi Türkiye’deki İslamcıları da gruplara bölmüştür. Ahmet Naim, “gelenekçi İslamcılık”, İ. H. İzmirli ve M. Şemseddin “modernizme” yöneldiler. Şeyhül İslam Musa Kazım Efendi ise “modernizme karşı şiddetle tavır” aldı.
Modernist İslamcı akımın en tipik temsilcisi Mehmet Akif’ti. Sarsılmaz imanı ile o, kâmil bir Müslüman idi. Şairliği kendisine yüksek fikirlerini coşkuyla ifade imkanı vermişti. Afgani ve Abduh’un etkisinde kalmış; Afgani’ye karşı İstanbul’da tutuculuk ve gericiliğin ayaklanışını lanetle karşılamıştı. Abduh’un eserlerinin bazıları Türkçeye çevirmiş olan Akif’in “modernist İslam anlayışı”, “İslam’ı asrın idrakine söyletmeliyiz” düsturunda ifadesini bulmaktaydı.
Zıtlıklar, Aynılıklar ve Uyuma Doğru
Batı’daki gelişmelere ısrarla direnen ve çağa uygun değişim ve dönüşümü bir türlü gerçekleştiremeyen, ıslahatları, reformları “topyekûn modernleşme hareketi” olarak algılamayan Osmanlı Devleti, yukarıda anlatılan kısmi düzenleme ve çabalara rağmen Birinci Dünya Savaşı sonunda çökmüştür.
Çökmüş ve dağılmış, elde kalan Anadolu ve Ortadoğu toprakları da işgale uğramış Osmanlı topraklarında yaşayan Türk milletini işgalden kurtarılmış bir ülkede yeniden devletleştirecek olan Atatürk ve arkadaşları, toplumu modernleştirip ve çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkartma hedefi ile yeni bir dinamizme kavuşturacaklardır. Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti, “tarih ve kültür köklerinden hareketle modern, aklı ve bilimi esas alan ve laik” esaslara göre yeniden inşa edilecektir.
Yukarıda ana hatları ile verdiğimiz gibi, 1900’lü yılların başında Osmanlı Devleti’nde güçlü ve etkili olan üç fikir akımının temsilcileri, Batıcılar, İslamcılar ve Türkçüler idi. Batıcılar, Dr. Abdullah Cevdet öncülüğünde, “doğrudan doğruya Batı’ya yönelme ve Batı’yla bütünleşme” zihniyetini taşıyorlardı. Dr. A. Cevdet, “gülüyle, dikeniyle Batı’yı benimsemeliyiz” diyordu. Osmanlı Batıcıları, bir kültürel temas ve seçicilik yaklaşımı yerine “doğrudan değişme” yöntemine başvuruyorlardı. Batıcıların Tanzimat aydınından farklı olmayan yaklaşımı, sonuçta “Batı’yı taklit etmekten, Batılı gibi olmaktan” öteye geçmiyordu. Türk milletinin uzun tarihi süreçte yarattığı kültürü, dinî ve millî değerleri adeta yok sayılıyordu.
Türkçüler ise Batı norm ve değerlerini temsil eden kültürün maddi olmayan yönlerini reddederek, sadece teknoloji ve sanayi alanındaki değişmeleri almaya taraftar idiler. Kısaca ifade edersek, “Türk kimliğini koruyarak çağdaşlaşma” Türkçülerin temel modernleşme yaklaşımını oluşturmaktaydı. Jön Türkler ve onların yönetim dönemini temsil eden İttihat ve Terakki’nin tutum ve zihniyeti bu merkezde idi. Fakat, bu görüşler ana hatları ile Atatürk’le birlikte hayata geçirilecektir.
İslamcılara gelince, özellikle Mehmet Akif ve Sait Halim Paşa ile kısmen de Ahmet Naim, Batı’nın tekniğine yönelmeyi kabul ediyor, ancak Türkçülerden farklı olarak “milliyet” yerine “ümmet” fikrini hareket noktası olarak alıyorlardı.
Ziya Gökalp, 1918 yılında yazdığı “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” adlı eserinde Cumhuriyet öncesi Türk düşünce hayatında etkili olan üç düşünce akımını bir senteze ulaştırarak, milli birliğin kurulmasında etkili olmuş ve üniter-ulus devletin yolunu açmıştır. Gökalp’in yaklaşımı “Türk İnkılâbı” olarak adlandırdığımız Cumhuriyet’in kuruluşundaki yapısal ve fikri dönüşüm sisteminin altyapısını oluşturmuştur. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan’a göre, “Gökalp sosyolojisi İslamlaşma, milletleşme ve modernleşmeyi bir uyum içinde sunabilmiştir.”
Ziya Gökalp 25 Ekim 1924’te erken denilebilecek ve en verimli çağında vefat etmiştir. Mehmet Akif hemen hemen aynı yıllarda, 1925’te Mısır’a gitmiş ve 27 Aralık 1936’da erken denilebilecek bir tarihte vefat etmiştir. Ziya Gökalp merkezli olmakla birlikte modernist İslamcılara da yakın durarak yeni devleti şekillendirmeye/yapılandırmaya çalışan Mustafa Kemal Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de erken kaybı hareket noktası “ümmet ve milliyet”, ortak noktası “modernizm” olan iki grubun bütünleşmesini engellemiştir. Bu durum bugün, 2000’li yıllarda sıkıntısını hala yaşadığımız milliyet-ümmet/cemaatleşme zıtlaşmasını ortaya çıkarmıştır. Atatürk’ten sonra ülke yönetiminin, kültür ve eğitim politikalarının Batıcıların zihniyeti istikametinde bir zemine oturması, jakoben/elitist bir yaklaşımın giderek kökleşmesi, Atatürk döneminde kurulan “millet devlet bütünleşmesi” sürecinin önünü kesmiştir. İslamcı-Türkçü grupların hızla birbirlerine karşı vaziyet almasına yol açmıştır.
“Cumhur İttifakı Milletin Aklı” Ne Demek?
Türkiye 10 Kasım 1938-15 Temmuz 2016 tarihleri arasında değişik şekillerde gittikçe kurumsal bir hüviyet kazanan Batıcıların siyasi, sosyal ve hukuki hegemonyasına teslim olmuş, çevre/millet dışlanmışlık ve mağduriyet duygusu içinde merkez ile bir çatışmanın içine girmiştir. Siyaset mühendislikleri ile devlet-millet bütünleşmesinin ve İslamcılar ile Türk Milliyetçilerinin birlikteliğinin önü daima tıkanmıştır. Sistem bu iki grubu bazen tek tek, bazen de ikisi bir arada merkezin dışında tutmak için olağanüstü bir gayret göstermiştir. Bu iki grup, zaman zaman oluşan dengeler içinde bu kuşatmayı kısmen yarabilmiş, fakat bu, sistemin izin verdiği süre kadar devam edebilmiştir.
FETÖ/PDY ihanet şebekesinin 15 Temmuz 2016’da ülkemize yaşattığı büyük travma, özellikle 13-14 yıldır Batıcılarla bir denge içinde iktidarı elinde tutan ve kendisini “muhafazakar-demokrat” olarak tanımlayan İslamcı kesimin sistemle yüzleşmesi sonucunu doğurmuştur. Ülkemizin ve devletimizin büyük bir “beka sorunu” ile karşı karşıya kalması, AKP iktidarının kökü dışarıda FETÖ ihanet şebekesinin tasallutundan kurtulması yeni bir durum ortaya çıkartmıştır.
Siyasetinin zeminini her zaman “önce ülkem ve milletim, sonra partim ve ben” felsefesine dayandıran MHP ve Türk milliyetçileri ülkenin beka sorununu çözmek için AKP iktidarının yanında yer almış ve her türlü desteği vermiştir. 7 Ağustos 2016’da İstanbul Yenikapı’da İslamcı ve Türkçü milyonların önünde oluşan güçlü mutabakat işte “Cumhur İttifakı”nı doğurmuştur.
Bu ittifak, yüzü modern dünyaya dönük ve fakat Türk milletinin dinî ve millî değerlerinden güç alan, “milletin iktidarını” savunan, devletle milletin buluşmasını isteyen, tarih içinde erken ölümlerle bir araya gelmeleri engellenen iki kesimin uzun bir aradan sonra buluşmasını ifade etmektedir. MHP’nin bu ittifakı, “Cumhur İttifakı, Milletin Aklı” sloganı ile ifade etmesi bu bakımdan önemlidir. Siyasetinin yönünü ABD ve AB’ye çeviren, ya da onların ülkemizdeki siyaset mühendisliğinin ürünü olan karşıdakiler 1938 sonrasında oluşan statükonun/vesayet düzeninin devamı için son çırpınışlarını yapmaktadırlar. Fakat 24 Haziran 2018 günü, büyük millet-devlet buluşmasının, “milli ve yerli” olanların küresel sistemin taşeronlarını silip süpüreceği bir gün olacaktır.
Üst, alt, sağ, sol değil, “Milletin aklı” ile oluşturulan “Cumhur İttifakı”, Türkiye’nin geleceği bakımından da çok önemlidir. Yaratılan milli ruh ve birlik heyecanı Türk milletini ve devletini dünyada layık olduğu yere taşıyacaktır. Kimsenin bundan şüphesi olmamalıdır. Bu ittifak bugünü değil yarınları inşa etmektedir.