MHP Lideri Devlet Bahçeli "Vefatının Yüzüncü Yılında Ziya GÖKALP" Sempozyumunda konuştu.Miliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli,"Hep söyledim, yine söylüyorum: Türk’üz, Türk’çüyüz, kaynağını Türk-İslam ülküsünde bulmuş Türk milliyetçileriyiz. Hiç kimse bizimle Türklüğe hizmet kulvarında, milletseverlik ve vatanseverlik yarışına girmesin."dedi.
MHP Lideri Bahçeli'nin konuşması şu şekilde:
Çok Değerli Dava Arkadaşlarım,
Saygıdeğer Misafirler,
Basımızın Değerli Temsilcileri,
Türk Akademisi Siyasi, Sosyal Stratejik Araştırmalar Vakfı’nın özverili çabalarıyla tertip edilen “Vefatının Yüzüncü Yılında Ziya Gökalp: Hayatı, Eserleri, İlmi ve Fikri Mirası” konulu Sempozyuma hoş geldiniz diyor, hepinizi saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.
Televizyon ekranlarından, radyo kanallarından, sosyal medya platformlarından bizleri takip eden aziz vatandaşlarımıza en iyi dileklerimle birlikte şükranlarımı sunuyorum.
Türklüğün yaşaması ve var oluş onurunun yaşatılması amacına hizmeti geçen, bu uğurda mücadelesi bilinen, emeği ve eserleriyle fikir ve vicdan hayatımıza ışıklar salan kalem, kelam, kitap erbabı büyüklerimize Allah’tan rahmetler diliyor, şu an hayatta olanlara minnet hislerimle birlikte ziyadesiyle müteşekkir olduğumuzu ifade ediyorum.
Bir insanı doğru tanımak; doğru anlatmanın, doğru aktarmanın gerek ve yeter şartıdır.
İnsanoğlu bildiğinin dünyası, bilmediğinin düşmanıdır.
Bilmek, evvelemirde tanımakla, önyargıların ufunetinden kurtulmakla başlayacaktır.
Gözlerine kara perde inenlerin, gönülleri kaskatı kesilenlerin, görüş açıları sıfırla kesişenlerin bilmek ve tanımak diye bir merakı, bir meşgalesi veya bir meramı yoktur, olması da eşyanın tabiatına mugayirdir.
Medeni ve mevcut gerçeklerle mevhum ve mevsimsel gelgitler arasına sıkışmış bir hayatın derinlerine gömülmüş bulunan hakikat cevherini sabır yardımıyla bulup çıkarmanın sonsuz arayışı içindeyiz.
Bu nedenle bilmenin ve tanımanın davetkar ve lütufkar izindeyiz.
Merhum Ziya Gökalp’i doğru tanımak; hayatını, eserlerini, ilmini ve fikri mirasını detaylarıyla bilmek özellikle Türk milliyetçilerinin, vatan ve millet sevgisiyle dolup taşan milli yüreklerin, kanaatimce temel önceliği olmalıdır.
Hasreti çekilen, dokunaklı sözleriyle kalplere nüfuz eden, dinledikçe emsalsiz duygular eşliğinde ilk günkü heyecanı veren ölümsüz bir eserin icracısı ve ihyacısı mevkiindeki bir sanatlar neyse, Merhum Gökalp tıpkısının aynısıdır.
O, hakikatli bir münevver, hokkayla mürekkebi beyaz sayfalarda buluşturup fikir kalıbına döken mütehassıs bir mürşit ve mütefekkirdir.
Aynı zamanda Türk tarihinin haysiyetli çağrısı, Türk milletinin hürriyet saçan çehresidir.
Özünün has bahçesinde filizlenen her sözü, her eseri, her teklifi düşünce hayatımızda irfan, irade ve itibar anıtı gibi yükselmiştir.
Meçhulün koridorunda, muammanın kombinasyonunda, mutaassıplığın komplikasyonunda, muhataranın karanlığında Türk mefkûresinin kocaman yüreği haline gelmiştir.
Elbette Merhum Gökalp, büyük bir fikir hamulesi, yüksek bir idraktir.
Türk tefekkür tarihinin sadece 20’inci yüzyıla damga vuran şahsiyeti değil; bunun da ötesinde zaman, zemin ve uzam üstü bir düşünce doruğudur.
Çelebi ruhuyla kendine özgü usul ve üslup mimarisini tekemmül ettirmiş inanmış bir Türk milliyetçisidir.
Aynı zamanda fikir semamızda daima parlayan ve parlayacak olan münzevi ve mütekamil bir yıldızdır.
Bana göre Merhum Gökalp layıkıyla anlaşılmış ve anlatılmış birisi değildir.
Yaşadığı devrin çalkantılarını, her gün bir yerinden kopan, her gün bir parçası kırılan İmparatorluğumuzun çöküş ve yıkılış gürültüsünü iliklerine kadar hissedip milli devletin fikri formülünü hazırlaması henüz tam manasıyla kavranmamıştır.
Hak sahibine hakkını teslim etmek, manevi hatırası önünde tazimle eğilip 48 yıllık hayatını medyunu şükranla hatırlamak elbette hepimizin görevi olmakla birlikte, fikri ve ilmi mirasını benimseyip sosyal, siyasal ve düşünce hayatımıza mücessem halde yansıtmak herkese düşen bir sorumluluk olsa gerektir.
Bizim siyasi mücadele alanımız bu sorumluluğun muhafazası ve müdafaasıyla bezenmiş, belirlenmiş ve billurlaşmıştır.
Merhum Falih Rıfkı Atay, Osmanlı’nın son dönemini anlatırken, “Türklükten kaçan kaçanaydı”, diye hazin bir tespitte bulunmuştu.
23 Mart 1876’da Diyarbakır’da doğan Merhum Gökalp,
Türklükten kaçanlar, korkanlar, sırt dönenler kervanına girmeyi özüyle, sözüyle, gönlüyle reddetmekle kalmayıp, bütün değerleriyle beraber kucaklamayı başarmış, nihayet milli kurtuluşun yegane ve yenilmez çaresi olarak göstermeyi de bilmiş bir düşünce dağıdır.
Türkçülüğün, Türk milletini yükseltmek ideali olduğunu açıklayan odur.
Çağının bütün modern ve pozitif bilgilerini kuyumcu titizliğiyle ve bilimsel disipline müzahir ölçüde inceleyen, bununla da yetinmeyip Türk milletine uyarlayan bilim insanıdır.
Türkiye’de sosyolojinin kurucusu, halk biliminin öncülerinden, kültür ve medeniyet tarihinin de kilit ismidir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin fikri ve teorik istikametini sıfır hatayla tayin etmesiyle milli gönüllerde taht kurmuştur.
Milli kültür tarifi ve medeniyet tasviriyle Türk düşünce hayatına damga vurmuş, mümkün ve muhtemel kimlik buhranlarına fikir kanatlarını açarak ta o yıllardan engel olmaya çalışmıştır.
Nitekim bu mihverdeki çalışmaları ve hayranlık uyandıran çalışkanlığı onu bir adım öne taşımış ve gıptayla takip edilen Türk filozofu yapmıştır.
Onun Türklüğe bakışı laboratuvar ya da biyolojik menşeli olmamıştır.
Irkı yalnızca atlarda arayan, ırkçılığı elinin tersiyle itip ademe mahkum eden milli birlik ve kardeşlik dirayetiyle millet şuuruna sahip çıkmış, destek vermiş, sonuna kadar bu kararlı çizgide mahfuz kalmıştır.
Nice medeniyetlere beşiklik yapan Anadolu’nun etnik kalabalıklar veya birbiriyle çatışan ya da çelişen halklar diyarı değil, Türk milletinin ebedi yurdu olduğunu tasdik ve teyit etmiştir.
Samimiyetiyle, sahteliğe meydan okumuş, hayatın olağan akışı içinde milletimizin engin değer hükümlerini bulup çıkarmıştır.
Fikriyle, fitneye cephe açmış, huzurlu bir geleceğin harcını karmıştır.
Şu sözler merhum düşünürümüze aittir:
“Türklerle Kürtler bin yıllık bir ortak din, ortak tarih ve ortak coğrafya sonucunda maddi ve manevi bakımlardan birleşmişlerdir.
Bugün ise ortak düşmanlar ve ortak tehlikeler karşısında bulunuyorlar.
Bu tehlikelerden ancak ortak bir kararlılıkla kurtulabilirler.
O halde büyük bir inançla diyebiliriz ki, Türkler ile Kürtlerin birbirini sevmesi her iki taraf için hem dini hem de siyasi bir farzdır.
Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir.
Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir.”
Merhum Gökalp, 25 Aralık 1922 tarihinde Küçük Mecmua’da yayımlanan bir makalesinde, milletin ne olduğunu anlamak için, öncelikle ne olmadığının tetkik edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Ona öre, ilk olarak millet coğrafi bir zümre değildir.
İkinci olarak, ırk ve kavmiyet değildir.
Üçüncü olarak, bir imparatorluk dahilinde müşterek bir siyasi hayat yaşayanların mecmuu değildir.
Dördüncü olarak, bir şahsın kendisini, keyfine ve çıkarına uyarak mensup gördüğü bir cemiyet de değildir.
Milletin teşekkül ve tekamülünde, diğer mühim unsurların yanı sıra eğitim, kültür ve duygudaşlığı işaret eden odur.
Merhum Gökalp’in akıl ve ahlak imbiğinde damıtılan millet tanımı aynısıyla şudur:
“Dil bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep kültürel bir zümredir.”
İnsani şahsiyetimizin bedenimizde değil, ruhumuzda olduğunu söyleyen odur.
Maddi meziyetlerimizin soyumuzdan, manevi meziyetlerimizin de terbiyesini aldığımız cemiyetten geldiğini vurgulayan gene odur.
Milliyette şecere yerine terbiye aranmasını önermesi birlik ve beraberliğe verdiği önemde saklıdır.
Bilhassa Diyarbakır’da konuşulan Türkçe’nin, Bağdat’tan ta Adana’ya, Bakü’ye, Tebriz’e kadar uzanan doğal bir lisandan, yani Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türklerine mahsus bulunan bir Azeri lehçesi olduğunu dil araştırmalarına dayanarak gün yüzüne çıkaran hiç kuşkusuz Merhum Ziya Gökalp’tir.
Mondros Mütarekesi’nin hitamında, yurt dışına çıkma tavsiye ve telkinlerinin karşısında; “İşlenmiş herhangi bir suçum yoktur. Bu nedenle ve kesinlikle bir yere gitmeyeceğim. Ölürsem bu topraklarda ölürüm.” diyen cesur, gözü pek, civanmert, geri adımı olmayan bir vatanseverdi.
Yine Mütareke’nin karanlık atmosferinde, İstanbul Büyükada’da toplanan dönemin bir avuç aydını arasında bulunan Merhum Yahya Kemal, Merhum Ziya Gökalp’e çarenin ne olduğunu sormuştu.
O da şu cümleleri açıklıkla ve inanmış bir vicdan müşahitliğinde telaffuz etmişti:
“Çare Türk’ün kendisine gelmesinden ibarettir.
Tarihin de gösterdiği gibi, Türkler her felaket zamanında, içlerinden çıkacak bir kahraman tarafından temsil edilecekler ve arkasından yürüyecekleri bu kahraman Ergenekon efsanesindeki Bozkurt gibi onları selamete ulaştıracaktır.”
İşte o Bozkurt Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmuştur.
Milli Mücadele de ikinci Ergenekon sürecidir.
Aziz Atatürk’ün “fikirlerimin babası” dediği Ziya Gökalp, vatanın ve milletin en sıkıntılı döneminde yazdığı “Büyük Azim” manzumesinde ise şöyle sesleniyordu:
“Hakka razı bir kavimiz, mefkuremiz adalet,
Namert bir düşman bizi ezmeye etti niyet,
Milletçe verdik karar: Ya istiklal ya hürriyet!
Andiçtik; ebediyyen silahlı kalacağız,
Vatanın her taşını düşmandan alacağız.
Biz sulhçu bir milletiz, kılıcımız kalkandır,
Lakin ehlisalipler hala bize düşmandır.
Hakkı tanıttıracak kan, kan, kan, yine kandır.
Andiçtik; ebediyyen silahlı kalacağız,
Milletin her hakkını düşmandan alacağız.
Şehitlerin kanını düşmandan alacağız.
Aziz Dava Arkadaşlarım,
Hapishane köşeleri, sürgün yılları, haksız eleştiriler, maksatlı saldırılar, asılsız suçlamalar, hatta iftira boyutundaki sataşmalar Merhum Gökalp’i davasından ve millete sevdasından vazgeçirememiştir.
O bir devrin dimağı, aklı, siyasi ve fikri ahlak kutbudur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilham ve iradesinin arka planındaki Türk aklı ve Türk düşünce kahramanıdır.
Dilinden düşürmediği mefkûresi tükenmez coşkuların, bitmez ümitlerin kurumayan kaynağı ve suyu kesilmeyen şadırvanıdır.
Türk milletinin vicdanını, dayanışmasını, estetik zevkini, tarihsel ilkelerini, dilini töresini, kutlu mazisini, kültürel müktesebatını, medeniyet ve millet kavramlarını sosyoloji disipliniyle analiz etmiş, muazzam bir fikri külliyatı kısa hayatına sığdırmıştır.
Tarihten ders ve ibret almasını bilmiştir.
Yüzer geçer malumatlara, köksüz düşüncelere, kifayetsiz iddialara, yabancı hayranlığına, halkı dışlayan elit tahakkümüne kapalı ve karşı duran bir asaletin timsali olmuştur.
Fildişi kulelerine yerleşerek milletine ve devasa kültür birikimine küçümseyici gözlerle bakmamış, bunu yapanları da asla hoş görmemiştir.
Sadece tespit ve teşhisleriyle değil, hala düğümü açılmamış, belki de değeri pek anlaşılamamış çarpıcı düşünce ve önerileriyle hem bir mektep, hem bir meşale, hem de mehabet ve menkıbe zirvesi halinde milli şuurun bayraktarlığını üstlenmiştir.
Felaket zamanlarında tutunacak ve sığınacak milli mefkûrenin muhakkak tecelli edeceğini söyleyerek umut sancağını sürekli diri ve zinde tutmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun zelzele gibi titreyip olduğu yere nasıl yığıldığını müteessir bir vicdan refakatinde görmüş ve yaşamıştır.
Hepinizin az çok bildiği üzere,
Osmanlı Beyliği, 1299 yılında Söğüt kasabası ve çevresini kapsayan yaklaşık 5.631 kilometre karelik bir alanda Osman Bey tarafından kurulmuştu.
Osman Bey, 27 yıllık hükümranlığı döneminde, Bizans tekfurlarıyla yapmış olduğu savaşlar neticesinde beyliğin topraklarını 16.000 kilometre kareye ulaştırmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu en geniş sınırlarına ulaştığı 1699 yılında etki alanlarıyla birlikte 24 milyon kilometre karelik bir coğrafyada hüküm sürmekteydi.
Bu dönemde Akdeniz’in dörtte üçü, Kızıldeniz ve Karadeniz’in tamamı, Basra Körfezi’nin büyük bir kısmı İmparatorluğun hakimiyeti altındaydı.
Osmanlı Beyliği’nin kurulduğu 1299 yılından Karlofça Antlaşması’nın imzalandığı 1699 yılına kadar geçen 400 yıllık süreç içerisinde, yani 146.000 bin günde, 23 milyon 994 bin kilometre kare toprak elde edilmişti.
Bu süre içerisinde her gün 164 kilometre kare toprak kazanılmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu, Karlofça Antlaşması’ndan sonra malumunuz olduğu üzere gerilemeye başlamıştı.
Gerileme döneminin başlangıcı olan bu tarihten 12 Ağustos 1914 tarihine kadar, 215 yıllık süre içerisinde, yani 78 bin 475 günde, üzerine basa basa ifade ediyorum ki, yaklaşık 20 milyon kilometre kare toprak kaybedilmiştir.
215 yıllık süre zarfında Osmanlı İmparatorluğu’nun her gün 255 kilometre karelik bir toprak alanı elinden kayıp gitmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan Mondros Mütarekesi’ne kadar, yani 12 Ağustos 1914-30 Ekim 1918 tarihleri arasında geçen 4 yıllık süre zarfında toplam 3 milyon 214 bin 200 kilometre karelik topraktan acıklı ve sancılı şekilde mahrum olmuştur.
Bir başka ifade ile söyleyecek olursak, 1461 günlük süreç içerisinde her gün 2200 kilometre kare toprağımız kaybolup gitmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminde günde yaklaşık 255 kilometre karelik bir alan kaybına karşın,
1914-1918 Birinci Dünya Savaşı yıllarında günlük toprak kaybı bunun yaklaşık 9 katına ulaşmıştır.
Şimdi geliniz, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1914-1918 yılları arasında kaybettiği toprak büyülüğünü bugünün bazı ülkelerinin yüzölçümüyle mukayese edelim:
Her beş ayda bir Almanya,
Her dört buçuk ayda bir İtalya,
Her üç buçuk ayda bir İngiltere,
Her iki ayda bir Yunanistan,
Her on dokuz günde bir Hollanda/İsviçre,
Her on dört günde bir Belçika,
Her beş günde bir Lübnan kaybedilmiştir.
Sevr esareti, eziyeti, işkencesi ve zilleti kapsamında,
Batı Anadolu (İzmir ve havalisi) ve Trakya’nın bir bölümü Yunanlılara,
Rodos, 12 Adalar, Akdeniz ve Ege bölgelerinin büyük bir kısmı ile Konya yöresi İtalyanlara,
Sivas, Malatya, Adana, Mardin, Urfa, Maraş, Gaziantep ve Suriye Fransızlara,
Musul, Kerkük dahil Irak ve Arabistan yarım adası İngiltere’ye,
Doğuda ise Doğubayazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan'ı içine alan bir Ermenistan,
Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulması kararlaştırılmıştı.
Orta Anadolu Bölgesi ile Karedeniz Bölgesi’nin bir kısmından müteşekkil yaklaşık 200 bin kilometre karelik bir bölge ise Türklere yaşam sahası olarak verilmiştir.
Bu ıstırap verici gerçekler nereden nereye geldiğimizin, hangi badirelerle karşılaştığımızın düşündürücü tablosudur.
Üstelik o meşum yıllarda milli yürekleri kavuran sıcak hadiselerin tesirleri devam eden özetidir.
Asırlar geçse bile yaralarımız kapanmayacaktır.
Üstelik Birinci Dünya Savaşı’nın sayfaları hala açıktır.
Hesaplaşma bitmemiş, zalim hücumlar kesilmemiştir.
Sömürü çarkı hızla dönerken, paylaşım kavgaları, emperyalist yayılmacılık, coğrafyalara indirilen zehirli hançerler, devam edegelen ekonomik soygunlar, mazlumların canı ve kanı üzerinde kurulan cinayet ve soykırım değirmenleri özellikle bölgemizi hedef almış, sert ve şiddetli kuşatmayla etrafımız sarılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun mahkum olduğu bir trajediye, acılı ve ağrılı dağılmaya, dört bir tarafımızı perişanlığa sürükleyen içten içe çürümeye asla maruz kalmayacağız, asla müstahak olmayacağız.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 101’inci yıl dönümünde;
Her türlü tehdidi, her neviden tehlikeyi, dalga boyu yükselen melanet ve cinayet planlarını milli dayanışma ruhuyla ve manevi direnç atılımıyla berhava etmekten başka ikinci bir seçenek tanımayacağız, hiçbir zaman takmayacağız.
Biz dersimizi tarihten satır satır aldık.
Fikrimizin gücünü ve görkemini Ziya Gökalp’ten aldık.
Azmimizi ve cesaretimizi ecdadımızda, Milli Mücadele kahramanlarından edindik.
Aziz şehitlerimizin kemiklerini sızlatacak hiçbir yanlışın içine girmedik, girmeyi aklımızın ucuna dahi getirmedik.
Hep söyledim, yine söylüyorum: Türk’üz, Türk’çüyüz, kaynağını Türk-İslam ülküsünde bulmuş Türk milliyetçileriyiz.
Hiç kimse bizimle Türklüğe hizmet kulvarında, milletseverlik ve vatanseverlik yarışına girmesin.
Bunlar, altından kalkamayacakları, hayat ve siyaset mazisiyle ispat edemeyecekleri söz düellolarına, siyasi şovlara, iplikçi kavgalarına, yağlı urgan ölçüştürmeye heves etmesinler.
O bayağı heveslerini kursaklarında teker teker bırakır, burunlarından fitil fitil getiririz.
Makam ve mevki için vicdanını satanları adam yerine bile koymayız.
Yeri gelir nesilden nesile geçerek bize emanet edilen Yesevi elini uzatır, Yunus tebliğini yapar, Mevlana hoşgörüsünü gösteririz;
Yeri gelir yumruğumuzu tuğ diye havaya kaldırır, çetin hesabı en ağır düzeyde göresiye kadar bir daha da indirmeyiz.
İndirdiğimiz zaman da sadece ve sadece hainlerin kafasının kırılacağı andır.
Bu kategoriye girenler sağduyulu tavrımızı yanlışa yormasınlar.
Sınır ihlali, sinir ihlali, sabır ihlali yapmaktan kötürüm emel sahiplerinin derhal ve ciddiyetle sakınması iç barış ve siyasi huzur adına temennim, hatta uyarımdır.
Dün müstevlilerin yapamadığını, bugün terör örgütlerini sahaya süren Siyonist azgınlık ve küresel emperyalist alçaklık asla başaramayacaktır.
Milli sanayimize, tetikçi katilleriyle saldıranların çabası boşunadır, bu hususta gece gündüz çalışıp düşman odakları deliye çevirmek, kanlı eylemleri püskürtüp yükseldikçe yükselmek milli vazifemizdir.
Soykırımcıların demir kubbeleri varsa bizim de iman dolu göğsümüz gibi serhaddimiz vardır.
Gece saatlerinde İsrail’in misilleme bahanesiyle, İran’ın Tahran, Huzistan ve İlam eyaletlerine düzenlediği hava saldırısı yalnızca taktik, stratejik ve nokta hedefli bir operasyondur.
Bunun yanı sıra Ortadoğu’daki muhtemel kanlı ve kesif boğuşmanın test safhası, deneme tahtasıdır.
İran’ın vurulması, bölgesel refleksleri, doğacak irili ufaklı tepkileri, tırmanan gerilim hatlarını kontrol edecek eylemsel simülasyondur.
Adım adım vatanımıza ulaşacak ve musallat olacak Davut Koridoru’nu aktife etmek için fırsat kollayanların ABD destekli İran saldırısı ara bir istasyondur.
İran’a yapılan saldırıyı kınıyorum.
Milli güvenliğimizin pamuk ipliğine bağlı olmaması için birliğimizi ve dirliğimizi güçlendirip ayrık otlarını temizlememizi acilen zorunlu görüyorum.
Yedi düvel karşısında çözülmeyen, başını eğmeyen, teslim olmayan Türk milleti aynı iradeyi, aynı inancı, aynı ihtişamı, aynı iflahı, aynı ifhamı topluca yine ve yeni baştan gösterecektir.
Dağılmayacağız, şer odaklarını dağıtacağız.
Parçalanmayacağız, şirret terör yuvalarını paramparça edeceğiz.
Bölünmeyeceğiz, aksine hizmet edenleri ise affetmeyeceğiz.
Cihanşümul bir İmparatorluk kaybettik, milli ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni kaybetmeyeceğiz.
Bunun için birbirimize canı gönülden sarılacağız.
Ayrışmayı dileyenleri sukutu hayale uğratacağız.
Düşmanı vatandan temizleyip Cumhuriyeti ilan etmiştik.
Şimdi terörün kökünü kazıyıp Türk ve Türkiye Yüzyılını barış, huzur, güvenlik, kalkınma, zenginleşme ve refah yüzyılı yapacağız.
Kaldı ki, Merhum Ziya Gökalp’in asıl gaye ve isteği de buydu.
Birbirimize girerek düşman sevindirmeyeceğiz.
Kasım 1922’de Tunceli Mebusu Diyap Ağa bakınız TBMM’de neler söylemişti:
“Hepimiz biriz, kardeşiz.
Ama düşmanlar bizi birbirimize düşürmek için tuzaklar kuruyorlar.
Sen şöylesin, ben böyleyim, diye hile yapıyorlar.
Ne yapsalar nafile. Aslımız, neslimiz hep birdir. Biz hep kardeşiz.”
Hemen ardından kürsüye çıkan Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey’in sözleri de muhteşem niteliktedir:
“Efendiler, bendeniz Kürt oğlu Kürt’üm.
Biz Kürtler, Avrupa’nın Sevr paçavrasıyla verdiği hakları, hukukları ayaklarımızın altında çiğnedik.
Türklerle beraber kanımızı döktük ve onlardan ayrılmadık.
Ayrılmak istemedik. Hiçbir zaman da istemeyeceğiz.”
Az evvel değindim üzere, Siyonist terör çetesi Anadolu’yu çevrelemek maksadıyla küresel cinayet ve rezalet mekanizmasında toplaşan diğer Türkiye düşmanlarını yedeğine alarak üzerimize gelmeyi planlıyor.
Gazze’yi yurdumuza taşımak istiyorlar.
Bunun için istihbarat tezgahlarına, kapalı devre oyunlara ve işbirlikçi tahriklerine müracaat ediyorlar.
Lütfen uyanık olalım, birbirimizden kopmamız projelendiriliyor.
Birbirimize yüz çevirmemiz, surat asmamız, el uzatmak yerine yumruk sıkmamız dayatılıyor.
23 Ekim 2024 Çarşamba günü, Kahramankazan’daki TUSAŞ tesislerine yapılan terör saldırısı PKK/YPG/PYD’nin kimlerin maşası olduğunu açıklıkla gözler önüne sermiştir.
PKK, Türk’ün de, Kürt’ün de, hatta yaşayan her canlının da düşmanıdır.
Bölücü terör örgütü PKK’nın efendileri, Sayın Cumhurbaşkanımızın BRİCS toplantısına katıldığı gün, bizim de Salı günkü tarihi çıkışımızın hemen ardından Türkiye’ye terör baronlarının talimatıyla kanlı mesaj vermişlerdir.
Bu kanlı mesaj ayaklarımızın altında çiğnenmiştir.
Suriye’den sızan hainler imha edilmişler, şehitlerimizin acısıyla sızlayan gönüller teröre karşı tek ses olmuşlardır.
Teröristler ile onları üzerimize salan muhasım unsurlar sonuç alamayacaklar, Türkiye’yi geçemeyecekler, yolumuzdan ve mücadele kararlılığımızdan geri çeviremeyeceklerdir.
Kaderimiz, bin yıllık kardeşliğimizdir.
Kavlimiz milli varlığımızın mukavemeti, Türkiye ve Türk milleti ortak paydasında inanç ve iman birliğiyle kenetlenme muktedirliğidir.
Değerli Dava Arkadaşlarım,
Değerli Misafirler,
Merhum Ziya Gökalp; Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak sacayağında Türkiye Cumhuriyeti’nin fikri ve müşterek değeridir.
O, bin yıllık kardeşliğin köprüsünü takviye ve tahkim eden usta kalem, büyük düşünür, geçmişi gelecekle buluşturan şuurlu bir vicdandır.
O, Diyarbakır ile Ankara’yı tek yürek gören, tek nefes bilen vatan ve millet meftunudur.
Bizim tarihi, milli, İslami, vicdani müştereklerimiz yerel farklılıkları fersah fersah aşan cesamettedir.
Merhum Gökalp, Türk milliyetçiliği vizyonunda bir final değil, müstesna bir eşiktir.
Selanik’teki ünlü Beyazkule’nin dibindeki çay bahçesinde yazılan, Genç Kalemler Dergisi’nde 7 Mart 1911 tarihinde yayımlanan Turan manzumesi fikir ve siyasi namusumuzun burcudur.
Bu manzum şaheser, hayal yüklü bir ütopyayı değil, yüzyıllardır uyanışı ve dev gibi ayağa kalkışı bekleyen, gözleyen ve kollayan muazzez milletimize tarihsel kimliğini ve şerefli geçmişini hatırlatan bir manifestodur.
Büyük düşünürümüz ne diyordu:
Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan;
Vatan büyük ve ebedi bir ülkedir: Turan.
Merhum Yusuf Ziya Ortaç, Ziya Gökalp hakkında da şunları yazmıştı:
“Ziya Gökalp, parayı tanımadan yaşadı, tanımadan öldü.
Evinin kışlık odununu bile arkadaşları aldılar.
O yalnız hayallerinin içinde bahtiyardı.”
Merhum Gökalp, mesela Tanzimat’a karşıydı, eleştirilerini her seferinde sıralamıştı.
Halklar mozaiğini kabul etmemişti.
Ona göre, Tanzimat politikacılar ve bürokratlar hareketiydi; milli Türk devleti bir bürokrat hareketi değil, bir halk hareketi olmalıydı.
Halkçılığı siyasete taşıyan muazzam akıl, gönül ve ferasetti.
Kültürün halkta olduğunu gören ve buna inanan halkçı bir zekaydı.
Türkiye Cumhuriyeti’ne halkçılığı kazandıran da mutlaka oydu.
Yeni Mecmua’nın 14 Şubat 1918 tarihli 32.sayısında “Halkçılık” başlığıyla yayımlanan makalesiyle tabuları yıkmış, hatta CHP’nin altı okundan birisi olarak gösterilmesinin yolunu açmıştı.
Halkçılığı tarihsel süreciyle ele almış, siyasi halkçılık ile sosyal halkçılığı isabetle değerlendirmişti.
Ona göre siyasi halkçılık ülke insanının hukuk açısından ayan düzeyine çıkarmış, başka bir deyişe herkesi eşitlemişti.
Sosyal halkçılık ya da solidarizm ise insanı terbiyevi ve iktisadi konumuyla eşrafın ya da burjuvanın seviyesine ulaştırmıştı.
Biz Ziya Gökalp’in saf ve duru Halkçılığını benimsiyoruz.
CHP’nin Halkçılığını da seçkinci, zümreci, halka rağmen halk adına siyaset yapan dayatmacı bir anlayış olarak görüyor, böyle olduğunu nesnel ve tarihsel verilere dayanarak iddia ediyoruz.
Çünkü Gökalp’e göre, Türkçülük ve halkçılık, toplumsal tabakalaşmaya, sınıf farklılığına kapalı bir düşünce sistemidir.
Ona düşüncesine göre; ulus-devlet veya milli devlet, mesleki örgütlenmenin egemenliği üzerine kurulu bir halkçılığa dayanmaktadır.
Türk siyasetinde gerçek halkçı Milliyetçi Hareket Partisi’dir.
Türk milliyetçisi kesinlikle ve aynı zamanda halkçı, halkın sesi ve tercümanıdır.
Toplumcu anlayışımızın yaslandığı zemin de halktır.
1 Temmuz ile 9 Temmuz 1923 tarihleri arasında Yeni Türkiye Gazetesi’nde yayımlanan yazılarında;
Yeni devleti harekete geçiren ruhun devrim ruhu olduğunu, ülküsünün çağdaş bir devlet, hedefinin kültür alanında Türkçülük, siyaset alanında da halkçılığı ve en gelişmiş hükümet tarzı olan demokrasiyi kurmak şeklinde somutlaştığını gündeme getirmişti.
Ve haklı çıkmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yol haritasını çizmiş, gerçek bir halkçının aynı zamanda Türkçü ve demokrat olduğunu tescilleyerek milli hafızalara nakşetmişti.
Hülasa etmem gerekirse, Ziya Gökalp Türkiye Cumhuriyeti devletinin fikir kubbesi, milli birlik ve kardeşlik kuvvesiydi.
Vefatının 100’üncü yıl dönümünde ona çok şey borçlu olduğumuz inkar edilemez bir gerçektir.
Onu tanımak, onun fikirleriyle hemhal olmaktır.
Onu bilmek, İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in kuruluş devrine kadar geçen sosyal, siyasal, ekonomik ve tarihi serüveni her veçhesiyle idrak etmek demektir.
Onu anlamak, sosyal hayatın özde milli, biçimde İslami olduğunu görmenin sırrına ermek demektir.
Sosyolojik düşünmek, insanlar arasındaki karşılıklı anlayış ve saygıyı esas alan dayanışmanın tezahürünü sağlamakla birlikte bu dayanışmayı günbegün geliştirmek ve hayatın bizatihi gerçeği haline getirmektir.
Merhum Gökalp, sosyolojik düşünmenin duayeni, Türk düşüncesinin medarı iftiharı, takipçilerinin de kalp ve kafa sefasıydı.
Vakur bir yumuşaklığı, basiretli bir tavrı, hesapsız bir iyimserliği, geleceğe dönük heyecanlı ve ümitvar bir beklentisi vardı.
Döneminin içine sıkıştığı yalnızlık ve yıkım mengenesini gevşetmekle ömür geçirmişti.
Dışında sade, içinde zengindi.
Etkisinde kaldığı Tarde ile Durkheim’in uzlaşamadıkları husus, yıllardır süregelen ve günümüzde de sıcak bir tartışma konusu olan toplumsal olguların doğuşunda bireyin mi, yoksa toplumun mu belirleyici olduğu muammasıdır.
Merhum Gökalp ne bireyi ihmal etmiş ne de toplumu analizlerinin ana öğesi yapmaktan geri durmuştur.
Toplumsal hayat felsefesinin “Yeni Hayat” şeklinde formüle edilmesini, milli devletimizin inşa sürecindeki kilit rolü de hiç şüphesiz merhum fikir çınarımız üstlenmiştir.
“Yeni Hayat, Yeni Yüzyıl, Yeni Türkiye” demek bir bakıma Ziya Gökalp demektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir çatısı Ziya Gökalp, devletin ve milletin payidarlığıyla eşzamanlı milli gönüllerde varlığını ve ilk günkü tesirini koruyacak, bizlerin yolunu aydınlatacaktır.
Değerli Arkadaşlarım,
Muhterem Misafirler,
Merhum düşünürümüzün fikir temellerini kazdığı Türkiye Cumhuriyeti milli egemenliğe dayanan dev bir hamle, uzun savaşlar döneminin taçlanmış nihai aşamasıdır.
Ve 100 yılı geride bırakmıştır.
Türk milleti 29 Ekim 1923 tarihinde, kutlu mazisinin en önemli stratejik kazanımlarından birini gerçekleştirmiş, içteki ve dıştaki art niyetli odaklara asla fırsat vermeyeceğini güçlü iradesiyle ortaya koymuştur.
Türkiye Cumhuriyeti; şehit kanlarıyla, savaş meydanlarındaki kahramanlıklarla ve fedakârlıklarla vücut bulmuş, bu haliyle sonsuza kadar yaşamayı da ziyadesiyle hak etmiştir.
Tarihteki sayısız badireyi geçerek, tuzakları bozarak yolunda kararlı adımlarla yürüyen Türk milleti, Cumhuriyetle birlikte ileriye, daha ileriye, çok daha ileriye erişme azmini göstermiştir.
Milli Mücadele’nin her safhasında; sahip olunan manevî kuvvet ve direncin yegâne kaynağı Türk milletinin var oluşuna duyulan bağlılık, sadakat ve sarsılmaz inanç olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni yüzyılının ilk yıl dönümünde, tarihimizin derinliklerinden süzülüp bugünlere ulaşan milli emanetler asla zedeletilmeyecek, hiçbir zaman da zaafa uğratılmayacaktır.
Bu duygu ve düşüncelerle, büyük Türk milletinin 29 Ekim 2024 Salı günü karşılayacağımız Cumhuriyet Bayram’ını gönülden kutluyor, ilk Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, TUSAŞ tesislerinde şehit olan kardeşlerimize ve tarihin her döneminde mücadeleleriyle öne atılıp şehit düşen kahramanlarımıza, elbette büyük düşünürümüz Ziya Gökalp’e Cenab-ı Allah’tan rahmetler niyaz ediyorum.
TUSAŞ’taki hunhar terör eyleminde yaralanan ve hala tedavi altında bulunan kardeşlerimize şifalar diliyorum.
Yeni yüzyılda terörsüz Türkiye’ye, huzurlu Türkiye’ye, müreffeh ve muasır Türkiye’ye hep beraber ve el ele ulaşacağımıza inanıyorum.
Sayın Cumhurbaşkanımızın, terörü kaynağında yok etme, terör devletinin kurulmasını engelleme mücadelesinde sonuna kadar yanında olacağımızın bir kez daha ve kararlı şekilde ilanını yapıyorum.
Bu sempozyumun hazırlık aşamasında emeği geçen, bugünkü toplantımıza katılarak “Vefatının Yüzüncü Yılında Ziya Gökalp: Hayatı, Eserleri, İlmi ve Fikri Mirası” çerçevesinde görüşlerini paylaşacak olan değerli arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.
Hepinizi saygılarımla selamlıyor, en iyi dileklerimi sunuyorum.
Sağ olun, var olun.