Eğitimin Önemi, Öğretmenlerin Görevi
Atatürk, büyük bir asker, büyük bir devlet adamı ve büyük bir düşünce adamı olarak Türk milletine hizmet ettiği kadar eğitim alanında da önemli hamlelere imza atmış bir liderdir. Atatürk’ün gözünde Türk Milli Mücadelesi yani ülkeyi düşman işgalinden kurtarmak, askeri alanda kazanılacak zafer milli kurtuluşun ilk adımı olabilirdi. Zaferden sonra yapılacak işler bağımsızlık savaşı kadar önemliydi. Bu nedenle Atatürk savaş sürerken bile savaş sonrasına hazırlanıyor, bu arada “milli eğitim” konusuna eğiliyordu.
Bağımsızlık Savaşı’nın en bunalımlı günlerinde, düşman ordularının kesin sonuca ulaşmak için baskılarını artırdığı, ordumuzun Sakarya’nın Doğusuna çekildiği günlerde, 16 Temmuz 1921’de Ankara’da “Maarif Kongresi” (Eğitim Kongresi) toplanmıştır. Atatürk cephedeki şartların ağırlığına rağmen bu kongrenin ertelenmesine razı olmamış, hatta Kongreye katılarak açılış konuşmasını kendisi yapmıştır.
Bu konuşmasında, “Yüzyıllarca süren derin idari ihmallerin devlet bünyesinde açtığı yaraları iyileştirme yolunda harcanacak çabaların en büyüğünü, hiç şüphesiz, irfan (bilgi ve kültür) yolunda kullanmalıyız.” Diyen Atatürk, bir acı gerçeğe de parmak basmıştır: “Şimdiye kadar izlenen öğretim ve eğitim yöntemlerinin, milletimizin gerileme tarihinde, en önemli etken olduğu kanısındayım…”[1]
Aynı konuşmada, “ayrıntıları eğitim uzmanlarına bırakmak istediğini” belirterek, bazı genel ilkelere değinen Atatürk, “eski devrin hurafelerinden, boş inançlarından, Doğu’dan ve Batıdan gelebilecek zararlı etkilerden uzak, milli karakterimize ve tarihimize uygun bir kültüre muhtaç olduğumuzu” vurgular “Gelecekteki kurtuluşumuzun büyük önderleri” olarak selamladığı öğretmenlere duyduğu derin saygıyı dile getirir. Milletimizin bu konuda da başarılı olacağına olan inancını belirtir:
“Silahıyla olduğu gibi, dimağıyla da mücadele zorunda olan milletimizin, birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur.”[2]
Atatürk’ün yıllar sonra, “Cumhurbaşkanı olamasa idiniz, ne olmak isterdiniz?” şeklindeki bir soruya, “Milli Eğitim Bakanı olarak eğitim davasına hizmet etmek isterdim” diye cevap vermesi bile eğitimi, gençlerin yetiştirilmesi işini millet hayatında ne kadar önemli bir etken olarak gördüğünün işaretidir.
Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu’nun belirttiği gibi, Birinci Dünya Savaşı’nın galibi emperyalist ülkelere ve onların aleti olarak vatanımıza saldıran Yunanlılara karşı kazandığı zaferle Gazi Mustafa Kemal Atatürk, yalnız Türklüğün değil, Fas’tan Endonezya’ya kadar bütün İslam âleminin, bütün ezilen, mazlum milletlerin kahramanı olmuştur. Fakat O, bir an bile zafer sarhoşluğuna kapılmadı. Çok iyi biliyordu ki, kültür, eğitim ve iktisat zaferleri ile tamamlanmadıkça askeri zafer ne kadar büyük olursa olsun tek başına milli kurtuluşu sağlamaya yetmeyecekti.[3]
Düşmanın İzmir’de denize dökülüşünden (9 Eylül 1922) sadece bir buçuk ay sonra 27 Ekim 1922’de Bursa’da, kendisini ziyarete gelen İstanbul öğretmenlerine söylediği şu sözler, O’nun bu konuda ne kadar bilinçli olduğunu göstermektedir:
“Bugün eriştiğimiz nokta gerçek kurtuluş noktası değildir… Kurtuluş cemiyetteki hastalığı ortaya çıkartmak ve iyileştirmekle elde edilir. Hastalığın tedavisi ilim ve fennin gösterdiği yolla olursa hasta kurtulur. Yoksa hastalık müzminleşir ve tedavisi imkansız hale gelir…” Atatürk, Aynı konuşmasında orduların yönetilmesinde nasıl ilim ve fen rehber edinilerek zafere ulaşılmış ise, “milletimizi yetiştirmek için kaynak olan okullarımızın ve yükseköğretim kurumlarımızın kuruluşunda da ilim ve fennin yol gösterici olacağını”[4] belirtmiştir.
Eğitimime, özellikle gençliğin eğitimine çok önem veren Atatürk her fırsatta öğretmenlere bu konuda düşen büyük göreve de işaret etmiştir. O’na göre “gerçek zafer” öğretmenler tarafından kazanılacaktır:
“Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordunuzun zaferi için yalnız zemin hazırladı… Gerçek zaferi siz kazanacak, siz sürdüreceksiniz ve mutlaka başarıya ulaşacaksınız.”[5]
Büyük Zafer’den az sonra henüz Cumhuriyet kurulmadan, Kütahya’da 23 Mart 1923 tarihinde “irfan ordusu” diye nitelendirdiği öğretmenlere hitaben söylediği şu sözler, bu kutsal mesleğin mensuplarına verdiği değeri açıkça gösteriyordu:
“… Toplumumuzu hakikat hedefine, mutluluk hedefine ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, öteki milletin geleceğini yoğuran irfan ordusu… Asker ordusu, vatanı yok etmeğe gelen düşmanı, vatanın harim-i ismetinde (kutsal vatan topraklarında) boğup mahvetti. Yalnız, işimiz bu orduya sahip olmakla bitmiş, gayemiz yalnız bu ordunun başarısıyla gerçekleşmiş değildir. Bir millet savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçları ancak irfan ordusu ile ayakta durabilir. Bu ikinci ordu olmadan, birinci ordunun hizmetleri ve kazandıkları yok olur.”[6]
Atatürk’ün gençliğin eğitimine önem vermesi ve bu bağlamda öğretmenlerin rolünün çok önemli olduğunu vurgulaması Türk milletinin hür ve bağımsız yaşaması hedefine dönüktür. Çünkü milletlerin bağımsız yaşayabilmeleri, kalkınıp güçlenebilmelerinin temelinde eğitim vardır. 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle yaptığı bir konuşmada belirttiği üzere Atatürk’e göre; “en önemli, en esaslı nokta eğitim meselesidir.” Çünkü “eğitim, bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum halinde yaşatır, ya da bir milleti esarete ve sefalete terkeder.”[7]
Atatürk’ün milli eğitim konusuna önem vermesinin bir diğer nedeni de Cumhuriyet’in yaşatılmasının iyi eğitilmiş bir gençlik ile sağlanabileceğine olan inancıdır. Kurulan genç Cumhuriyet ve bu Cumhuriyet’in dayandığı temel esaslar ile ilkeler, yani Türk İnkılâbı, ancak yetişecek güçlü, aydınlık kafalı, sağlam karakterli yeni kuşaklarla ayakta durabilirdi. Türk İnkılâbı ve Cumhuriyet’i koruyacak kuşakları yetiştirmenin yolu da eğitimdi.[8]
25 Ağustos 1924’te Ankara’da toplanan “Muallimler Birliği” (Öğretmenler Birliği) Kongresi’nde Atatürk eğitimin bu görevini şu sözlerle ifade etmiştir:
“Sizin başarınız Cumhuriyet’in başarısı olacaktır… Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli (karakterli) muhafızlar (koruyucular) ister.”[9]
Atatürk’e göre gençlerin yetiştirilmesi bakımından eğitim ve öğretmenlere düşen bir diğer görev de “millet olma bilinci”ni geliştirmektir. Aynı millete mensup olma duygusunu güçlendirerek, milli birlik ve bütünlüğü pekiştirmek. Anlaşılacağı üzere bu görev de Cumhuriyet’in yaşatılması açısından son derece önemlidir. O 14 Ekim 1925 tarihinde İzmir Erkek Öğretmen Okulu’nda şunları söylemiştir:
“Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet henüz millet namını almak yeteneğini kazanamamıştır. Ona alelâde bir kütle denir, millet denemez. Bir kütle millet olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır. Onlardır ki, bir toplumu gerçek millet haline getirirler.”[10]
Şu halde Atatürk’e göre, kaynaşmış bir millet haline gelebilmenin, çağdaşlaşmanın, kalkınmanın, hür ve demokratik bir toplum olabilmenin en etkili aracı eğitimdi. Eğitim yoluyla gençlerin bu bilinçle yetiştirilmesiydi.
Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden Atatürk’ün bir devlet adamı olarak eğitim ve gençliğin yetiştirilmesi konusuna ilgi duymasının üç temel nedeni olduğu görülmektedir:
1. Eğitimin kalkınma işindeki önemi,
2. Cumhuriyeti yaşatacak, koruyacak yeni nesillerin yetiştirilmesi,
3. Milletleşme ve milli birlik-bütünlük bilincinin geliştirilmesi.[11]
Milli Eğitimin Amaçları
Her eğitim politikası programı, belirli amaçları esas alır. Bu amaçlar, aslında eğitim dışı alanların gereklerine göre tespit edilir. Bu eğitimin sosyal ve kültürel işlevi oluşundan ileri gelir. Atatürk’ün yeni eğitim politikası programı da belirli hedeflere ulaşmayı, kendine temel amaç olarak almıştır.[12]
Daha Milli Mücadele’nin ilk yıllarında, Atatürk’ün Türkiye’nin çağdaşlaşması için her şeyden önce “cehaletin izale edilmezi” (bilgisizliğin ortadan kaldırılması) ve eğitiminin geniş halk kitlelerine yayılması zorunluluğu üzerinde ısrarla durduğunu görüyoruz.
Henüz vatanın büyük bir kısmı düşman işgali altında iken, 1 Mart 1922’de TBMM’nin 3. Toplantı Yılı’nı açarken yaptığı konuşmada Atatürk, “ülkenin asli sahibi ve toplumun esas unsuru olan” geniş köylü kütlesinin “nur-u maariften mahrum” (milli eğitimin ışığından yoksun) bırakıldığını anlattıktan sonra, bütün köylülere okuma, yazma ve “dört işlemi” öğretmenin, ayrıca “vatanın, milletini, dinini, dünyasını tanıtacak kadar” coğrafi, tarihi vs. bilgi ile donatılmalarının “milli eğitim programımızın ilk hedefi” olması gerektiğini vurguluyordu. Bunun yeterli olmadığını, en ileri düzeyde aydınlar ve uzmanlar yetiştirecek yükseköğretim kurumları kurmanın, “milletin dehasını ve milli kültürü” geliştirmenin hayati önemini anlatıyordu.[13] Mesleki ve teknik öğretim de her alanda gerekli meslek mensuplarını yetiştirmeli idi. Atatürk’ün eğitim ve gençliğin yetiştirilmesi yani milli eğitim amaçları olarak belirlediği hususları ana hatları ile şu şekilde sıralamak mümkündür:[14]
1. İnsanlar “tebaa” olmaktan kurtarılmalı, demokratik bir rejim içerisinde hür iradelerini kullanabilecek bireyler, vatandaşlar haline getirilmelidir.
2. Milli eğitim kurumları, “müspet bilimler temeline dayanan, güzel sanatları seven, fikir terbiyesinde olduğu kadar, beden terbiyesinde de kabiliyeti artmış”, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”, “yüksek ahlâk ve karakter sahibi kuşaklar” yetiştirmelidir.
3. Milli eğitim, Türk milletini daha güçlü, daha varlıklı yapmanın aracıdır. Çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma idealinin gerçekleştirilmesinin yoludur. Değişen dünya şartları, ilerleyen bilim e teknoloji karşısında gerekli atılımları dinamik şekilde yapabilmenin temel şartıdır.
4. Eğitim, milli birlik ve bütünlük duygusunu pekiştirmelidir. Türk İnkılâbı’na bağlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu değerlerini benimsemiş yurttaşlar yetiştirmelidir.
5. Milli eğitim, gençlerimize, Türk devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü her türlü tehlikeye karşı koruyup savunmak bilinci ve azmini vermelidir. Türk milletinin varlığına, birliğine, bağımsızlığına, haklarına yönelebilecek tehditler karşısında, gençlerimizi uyanık ve duyarlı kılmalıdır.
6. Eğitim, bir yandan Türk milletinin milli, ahlaki, manevi ve kültürel değerlerinin ayakta kalmasını, milli kültürümüzün gelişmesini, kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlamalı; öte yandan Türk İnkılabı’nın ve Cumhuriyetin kurucu değerlerinin doğru anlaşılabilmesi, gelecek kuşaklara öğretilmesi, yenileşme ve çağdaşlaşmanın başarılması konularında kendisine düşen görevi yerine getirmelidir.
7. Milli eğitim, gençlerin daha erdemli, daha bilgili yetişmelerine hizmet etmelidir. Her bireyin, ailesine, mensup olduğu millete ve insanlığa daha yararlı hale gelmesini sağlamalıdır.
8. Eğitim gençleri daha verimli ve yaratıcı hale getirecek bilgi, beceri ve davranışlar kazandırmalı, kişiliği ve girişimci gücünü geliştirmelidir. Kişilerin daha mutlu olmalarına ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunmalarına imkan hazırlamalıdır. Her alanda ihtiyaç duyulan nitelikli insan gücü yetiştirilmelidir.
Bilim adamları tarafından Atatürk’ün yolu, Atatürkçü Düşünce Sistemi, “milli bir çağdaşlaşma ideolojisi” veya “modernleştirici milliyetçilik” olarak tanımlanmaktadır. Bu iki husus birbirleriyle çelişmez, birbirlerini tamamlar. Türk milletini, kökleri tarihin derinliklerinde, dalları göklerde ulu bir çınar ağacına benzetebiliriz. Bu çınar ağacı, kökleri ile tarihimizin derinliklerinden beslenirken, dalları ile daima daha yükseklere uzanacaktır. Çağdaşlaşmak, yenileşmek, ışığa, aydınlığa, uygarlığa doğru ilerlemek, milli benliğimizden uzaklaşmak demek değildir. Türk milleti, Atatürk’ün önderliğinde, hem “çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne yükselme” amacına erişmek için atılımlara girişmiş, hem de “milli benliğine” kavuşarak Türk olmanın sevinç ve övüncünü duymuştur.[15]
Atatürk, “Türk kimliğini koruyarak çağdaşlaşma” şeklinde ifade edebileceğimiz bir modeli benimsemiştir. Bu model, tarih, coğrafya, jeopolitik ve sosyolojik gerçeklere uygundur. Çağdaş değerlerle de örtüşen bir modeldir. 1925 yılında kendisi ile söyleşi yapan Amerikalı Gazeteci Mis Ring’in, “artık zaferi kazandınız, inkılaplar yapmaktasınız. Acaba Türkiye hangi bakımlardan Amerikanlaşacaktır?” şeklindeki sorusuna şu cevabı vermiştir: “Türkiye bir maymun değildir! Ne şunu, ne bunu taklit etmeyecektir. O sadece özleşecektir.”
Atatürk’ün daha savaş yıllarından itibaren gündeme getirdiği milli eğitim politikası ve programının ana amaçları da bütünüyle bakıldığında bu hedefi gerçekleştirecek nesiller, gençler yetiştirmeye dönüktür. Yani milli eğitim; ailesini, vatanını, milletini seven ve yüceltmeye çalışan (Türk milliyetçisi) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen, bilimsel ve hür düşünme gücüne sahip, insan haklarına saygılı, hür ve demokratik bir ülkenin vatandaşında bulunması gereken niteliklere kavuşmuş, kişiliği ve yetenekleri gelişmiş “iyi insan”, “iyi vatandaş” yetiştirmekle görevlidir.[16]
Görüldüğü üzere Atatürk’ün yeni eğitim politikası programı da, belirli hedeflere ulaşmayı, kendine temel amaç olarak almıştır. 1 Kasım 1937’de TBMM’nin Beşinci Dönem Üçüncü Toplanma Yılı’nı açarken yaptığı konuşmasında yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız milli eğitim ve kültür politikalarındaki temel amaçlarını şu cümlelerle özetlemiştir:
“Arkadaşlar,
Büyük davamız, en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir.
Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde temelli bir inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için, fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz.
Bu teşebbüste başarı, ancak esaslı bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek, memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumları yaratmak; işte bu önemli umdeleri en kısa zamanda temin etmek, Kültür Vekâlet’inin üzerine aldığı büyük ve ağır mecburiyetlerdir.
İşaret ettiğim umdeleri, Türk gençliğinin dimağında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak, Üniversitelerimize ve yüksekokullarımıza düşen başlıca vazifedir.
Bunun için memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde mütalaa ederek; Garp (Batı) Bölgesi için, İstanbul Üniversitesi’nde başlamış olan ıslahat programını daha radikal bir tarzda tatbik ederek Cumhuriyet’e cidden modern bir üniversite kazandırmak; Merkez (Orta) Bölgesi için, Ankara Üniversitesi’ni az zamanda kurmak lazımdır. Ve Doğu Bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel yerinde, her şubeden ilkokullarıyla ve nihayet üniversiteyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda, şimdiden fiiliyata geçilmelidir.
Bu hayırlı teşebbüsün, Doğu vilayetlerimizin gençliğine bahşedeceği feyiz, Cumhuriyet Hükümeti için ne mutlu bir eser olacaktır.
Tavsiye ettiğim bu yeni teşebbüslerin, eğitmen ve öğretmen ihtiyacını ziyadeleştireceği şüphesizdir. Fakat bu cihet, hiçbir vakit işe başlama cesaretini kırmamalıdır. Vekâletin geçen yıl içinde bu yönde yaptığı tecrübeler çok ümit verici mahiyettedir.”[17]
Milli Eğitimde Başlıca Esaslar ve İlkeler
Atatürk, eğitim ve öğretim konusu üzerinde dururken birtakım ilke ve esaslardan da bahsetmiştir. Bunları kendi dönemindeki eğitim ve öğretim faaliyetleri sırasında, gençliğin yetiştirilmesi sırasında hayata geçirmeye çalışmıştır. Bugün de önem taşıyan bu ilkelerin bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Millilik İlkesi: Atatürk’e göre yeni eğitim programı, her şeyden önce milli bir nitelikte taşımalıdır. Gerek biçimde olsun, gerek özde olsun millilik esastır. 1 Mart 1924’te TBMM’nin toplantı yılını açarken konuşan Atatürk’e göre eğitim ve öğretim siyaseti, “her anlamıyla, milli bir nitelikte olmalıdır.”[18]
Atatürk, bir milli eğitimden bahsederken, hem “eski devrin hurafelerinden” hem de “milletimizin doğuştan sahip olduğu özelliklerle hiçbir ilgisi olmayan yabancı fikirlerden” Doğu’dan ve Batı’dan gelebilecek her türlü zararlı etkilerden uzak, milli karakterimize, milli dehamıza uygun bir eğitim düşünmektedir. O, 16 Temmuz 1921’de Maarif Kongresi’ni açarken bu konuda şunları söylüyor:
“Şimdiye kadar sürdürülen eğitim yöntemlerinin milletimizin tarihi geriliğinde en önemli etken olduğu inancındayım. Onun için bir milli eğitim programından söz ederken eski devrin saçma sapan ve yaratılış özelliklerimizle hiç de ilişkisi olmayan yabancı düşüncelerden, Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen etkilerden bütünüyle uzak, milli ve tarihi karakterimize uyan bir kültürden söz ediyorum. Çünkü milli dehamızın tam olarak gelişerek ortaya çıkması ancak böyle bir kültür ile sağlanabilir. Gelişi güzel izlenecek bir yabancı kültür şimdiye kadar izlenen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür (harâset-i fikriye) zeminle uyumludur. O zemin milletin karakteridir.
Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığı ile, hakkı ile, birliği ile çatışan bütün yabancı unsurlarla mücadele gereğini ve milli düşünceleri boğmaya çalışan her karşı fikre şiddetle ve özveri ile savunmanın gereği öğretilmelidir. Yeni neslin bütün ruhi kuvvetlerine bu özellikler ve yeteneğin aşılanması önemlidir. Devamlı ve müthiş bir savaş şeklinde beliren milletlerin hayat felsefesi, bağımsız ve mutlu kalmak isteyen her millet için bu gelişmiş özellikleri şiddetle istemektedir.”[19]
Atatürk eğitim konusunu gündeme getirdiği hemen hemen her konuşmasında “millilik” ilkesini özellikle vurgulamıştır. Mesela 1 Mart 1922’de TBMM’nin Üçüncü Toplanma Yılı’nı açarken yaptığı uzun konuşmanın eğitim meselelerini ele aldığı bölümünde yukarıdaki sözlerine uygun olarak şunları söylüyor:
“Efendiler!
Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri eğitimin sınırı ne olursa olsun, en önce ve her şeyden önce Türkiye’nin istiklâline (bağımsızlığına), kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir. Milletlerarası dünyanın bugünkü durumuna göre, böyle bir kavganın gerektirdiği ruhi unsurlarla donanmış olmayan fertlere ve bu mahiyette fertlerden oluşan toplumlara hayat ve istiklâl yoktur.”[20]
Atatürk, 1 Mart 1924’te TBMM’ni açış konuşmasında uygulanacak eğitim politikasının milliliği konusu yine gündemine almış ve şu hususları belirtmiştir: “Türkiye’nin eğitim ve öğretim siyasetini her derecesinde, tam bir aydınlık ve hiçbir tereddüde yer vermeyen açıklık ile ifade etmek ve uygulamak lazımdır. Bu siyaset, her manasıyla, milli bir mahiyette belirtilebilir.”[21]
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışında olduğu gibi eğitimdeki millilik anlayışı da anlaşılacağı gibi, çağdaş bilime ve dünyaya kapalı bir anlayış değildir. Birleştirici, toplayıcı, bütünleştiricidir. Ayrımcılığı ve bölücülüğü kabul etmez.[22]
2. Birlik İlkesi: Bu ilke eğitim ve öğretimde zümresel ya da kültürel cinsten farklılıkların ortadan kaldırılarak birlik sağlanmasını amaçlar. Bu, milli birlik ve bütünlüğün sağlanması bakımından da çok önemlidir. Atatürk, 27 Eylül 1922’de Bursa’da öğretmenlere hitaben şöyle der:
“Hanımlar, Beyler!
Kesinlikle bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, hastalıklıdır.”[23]
Nitekim bu ilke, 3 Mart 1924 tarihli ve 430 sayılı “Tevhid-i Tedrisat” (Eğitim ve Öğretimin Birliği) Kanunu ile uygulamaya aktarılmıştır. Osmanlı Devleti’nden devralınan ve her biri başka başka zihniyet ve kalitede insan yetiştirmekte olan üç çeşit eğitim kurumu (bozulmuş bulunan medreseler, Batılı tarzda eğitim yapan okullar, yabancı ve azınlık okulları) Milli Eğitim Bakanlığı çatısı altında toplanmış, medreseli-mektepli ayrımına son verilmiştir.
Bu arada azınlık ve yabancı okullarında Türkçe, tarih, coğrafya, yurt bilgisi gibi Türk kültürü ile ilgili derslerin Milli Eğitim Bakanlığı denetiminde Türkçe okutulması karara bağlandı. Daha sonra yabancı okulların ilk kısımları kaldırılarak, ilköğretimin mutlaka Türk okullarında görülmesi mecburiyeti getirildi. Dini amaçlı eğitim yapmaları yasaklanan bu okullardaki dini semboller, aziz resimleri, haçlar, öğretim yapılan yerlerden kaldırıldı. Ancak ibadet yapılan yerlerde kalmaları sağlandı.[24]
Ünlü düşünürümüz Ziya Gökalp, daha 1917 yılında hazırladığı bir raporda Türkiye’de öğretimin üçe ayrıldığını acı bir dille anlatıyordu. Medreseler, yabancı okullar, Tanzimat okulları. Ziya Gökalp’e göre, Türk eğitim sistemi ülkenin muhtaç olduğu kişileri yetiştiremiyordu. Çünkü kozmopolit bir haldeydi. Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” isimli eserinde de Türkiye’de kimi Uzak Doğu medeniyetinden ayrılamamış, kimi Doğu medeniyetinde yaşayan, kimi Batı medeniyetinden biraz feyz almış üç zümre bulunduğunu belirterek, “Eğitim usulünü birleştirmedikçe gerçek bir millet olmamız mümkün müdür?” diye soruyor ve Milli Eğitim’de birliği sağlamanın önemine dikkat çekiyordu. Ziya Gökalp’e göre, “Harbiye (Harp Okulu) ve Tıbbiye (Tıp Okulu) gibi çağdaş eğitim düzenine göre kurulmuş olan okullar örnek alınarak eğitimde birlik ve çağdaşlaşma sağlanmalı idi.”[25]
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve kurucusu Atatürk’ün fikri geri planında çok büyük etki ve katkıları olan Ziya Gökalp’in haklı olarak belirttiği eğitim ve öğretimde ikiliğin kaldırılması Tevhid-i Tedrisat Yasası ile gerçekleştirilmiş oldu. Bu kanunun yürürlüğe girmesinden sonra Atatürk yurt gezilerinde, laik eğitimin ve öğretim birliğinin mili birlik ve bütünlüğü sağlamaktaki hayati önemini her fırsatta hatırlatmaktan geri kalmadı. İşte bu konuşmalarından birinde Ziya Gökalp’in millet olmak için eğitimde birlik ilkesinin hayata geçirilmesi görüşünü dile getirmektedir:
“Eğitimde ve öğretimde birlik sağlanmadıkça aynı fikirde, aynı zihniyette fertlerden kurulu bir millet yapmağa imkan aramak abesle uğraşmak olmaz mıydı? Dünya medeniyet ailesinde saygı toplayan bir yerin sahibi olmağa layık Türk milleti, evlatlarına vereceği eğitimi mektep ve medrese adında birbirinden büsbütün başka iki çeşit kuruma bölmeğe katlanabilir miydi?”[26]
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun “Gerekçesi”nde, Saruhan Milletvekili (kısa bir süre sonra Milli Eğitim Bakanı olacaktır) Vasıf Çınar ve arkadaşları özetle şöyle diyorlardı: “Bir milletin kültür ve milli eğitim siyasetinde, milletin fikir ve duygu bakımından birliğini sağlamak için, öğretim birliği en doğru, en bilimsel, en çağdaş ve her yerde yararları görülmüş bir ilkedir… Bir millet fertleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir memlekette iki türlü insan yetiştirir.”[27]
3. Bilgisizliğin Ortadan Kaldırılması İlkesi: Eğitime verdiği önemi anlatırken yukarıda da bahsedildiği gibi Atatürk’ün hayatı boyunca cehaletin, bilgisizliğin ortadan kaldırılması için mücadele ettiğini biliyoruz. Konuşmalarında sık sık bu konu üzerinde duran Atatürk, 1 Mart 1922’de TBMM’ni açış konuşmasında, yine bu mesele üzerinde durur. Meselenin çözümünün gerekliliğini çeşitli yönlerden inceler ve şöyle der:
“Bundan dolayı, bizim takip edeceğimiz eğitim sisteminin temeli, evvela mevcut cehli (bilgisizliği) izale etmektir (ortadan kaldırmaktır)… Bir taraftan izale-yi cehl (bilgisizliği ortadan kaldırmak) ile uğraşırken bir taraftan da memleket evladını sosyal ve ekonomik hayatta fiilen etkin ve faydalı kılabilmek için zorunlu olan ilk bilgileri uygulamalı bir şekilde vermek eğitim sistemimizin esasını teşkil etmelidir…”[28]
Atatürk’e göre, milli eğitim ışığı ülkenin en derin köşelerine kadar ulaşıp yayılmalıdır., cehalet (bilgisizlik) yok edilmelidir, eğitim sadece çocukları ve gençleri değil yetişkinleri de kapsamalıdır:
“Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız. Çocuklar geleceğindir… Fakat geleceği yapacak olan bu çocukları yetiştirecek analar, babalar, kardeşler, hepsi şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki, yetiştirecekleri çocukları bu millete ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı olabilecek şekilde yetiştirsinler. Hiç olmazsa yetiştirmenin lüzumuna inansınlar.”[29]
Atatürk bu amaçla herkese okuma-yazma öğretmeyi amaçlayan bir seferberliğin başlatılmasını istemiştir. Türkiye, köylerine hiç gazete ve dergi girmeyen bir ülke olmaktan kurtarılmalı, bunun için gerekli her çaba gösterilmeli idi.
Nitekim bu ihtiyaç harf inkılâbı ile ete kemiğe bürünecektir. Harf inkılâbı, Türk dilinin aslındaki güzelliği ortaya çıkartacak, onun ses yapısına uygun bir alfabeye duyulan ihtiyaç yanında, eğitimi yaygınlaştırmak, okuma-yazmayı kolaylaştırmak için etkili bir araç olarak düşünülmüştür. Yurdun her tarafında, “Başöğretmeni” Atatürk olan “Millet Mektepleri” açılmış ve kısa sürede çok sayıda yetişkin yurttaşa okuma-yazma öğretilmiştir. Atatürk Başöğretmen olarak yurdu dolaşıp kara tahta başında okuma-yazma öğretme seferberliğine katılmış, çalışmaları bizzat yerinde denetlemiştir.
1 Kasım 1928’de TBMM’nin toplanma yılını açarken, Türk milletine “kolay bir okuma-yazma anahtarı” olarak yeni Türk harflerini kazandırmanın yararlarını özlü, inançlı ve heyecanlı bir konuşma ile anlatan Atatürk’ün “bilgisizliğe karşı girişilen savaş”tan bahsederken söylediği sözler, onun “yaygın milli eğitim” davasına verdiği önemi gösterir. Okuma-yazma bilmeyen erkek kadın her vatandaşa bunları öğretmek için canla başla çalışılmasını isteyen Atatürk, yüzyıllardan beri çözülemeyen bir sorunun çözülmesinin, “gözleri kamaştıracak bir başarı” olacağını anlattıktan sonra şöyle der:
“Hiçbir zaferle benzetme kabul etmeyen bir başarının heyecanı içindeyiz. Vatandaşlarımızı cehaletten kurtaracak bir sade öğretmenliğin vicdani mutluluğu bütün varlığımızı sarmıştır.”[30]
4. Karma Eğitim İlkesi: Karma eğitim ilkesi, eğitim ve öğretimde cinsiyet ayrımının kaldırılması, her iki cinsin de eğitim hakları ve imkanlarından birlikte ve eşit olarak yararlanmalarının sağlanmasını amaçlar. Atatürk 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da yaptığı konuşmada bu konuyu şu şekilde açıklar:
“Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük olaylar ispat etti ki, yenilikçi ve inkılâpçı bir millettir. Son senelerden önceki zamanlarda da milletimiz yenilik yolları üzerinde yürümüş, sosyal inkılâba (değişim dönüşüme) girmemiş değildir. Fakat gerçek verimler görülmedi. Bunun nedenini araştırdınız mı? Bence neden, işe temelinden başlanmamış olmasıdır. Bu konuda açık söyleyelim. Bir sosyal topluluk, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan oluşmuştur. Kabul edilebilir mi ki, bir kitlenin bir parçasını terakki ettirelim (ilerletelim, yükseltelim), diğerini müsamaha edelim (görmezden gelelim) de kitlenin bütünü ilerletilebilmiş olsun? Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok, terakki (ilerleme, yükselme) adımları dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenileşme sahasında birlikte kat’i merahil edilmek (aşama kaydetmek) gerekir. Böyle olursa inkılâp başarılı olur. Mutlulukla görmekteyiz ki, bugünkü hareketimiz gerçek amaca yaklaşmaktadır. Her halde daha korkusuz olmak gerektiği açıktır.”[31]
Yüzyıllar boyunca kadınların okuldan ve başarıyla yapabilecekleri çeşitli mesleklerden uzak tutmuş bir toplumda, okulların ve mesleklerin kapılarını her iki cinse açılmasını saplayan Cumhuriyet yönetimi, bu alanda dünyanın pek çok ülkesine örnek olmuştur.[32]
Atatürk’ün bir milletin sosyal dengesi bakımından çok önemli olan kadın meselesine, kadın hakları konusu içinde çok önem verdiğini, başından beri bu konuya kafa yorduğunu biliyoruz. O, kız çocuklarımızın, kadınlarımızın eğitimi meselesini de “kadın hakları” bağlamında ele almış ve dile getirmiştir. 31 Ocak 1923’te, henüz Cumhuriyet’in ilanından dokuz ay önce İzmir’de halkla konuşurken kadın hakları ve karma eğitim konusunda şunları söylüyordu:
“… Bir toplum, cinslerinden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur… Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurun sonucudur… Bir toplumun bir uzvu (organı) faaliyette bulunurken öteki uzvu atalette (durağanlıkta) olursa, o toplum felce uğramış demektir.
Bizim toplumumuz için ilim ve fen lüzumlu ise bunları aynı derecede hem erkek ve hem de kadınlarımızın elde etmeleri gerekir.
Kadının en büyük görevi analıktır. İlk terbiye (eğitim) verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse, bu görevin önemi tam olarak anlaşılır. Milletimiz güçlü bir millet olmağa azmetmiştir. Bunun gereklerinden biri de kadınlarımızın her konuda yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı, kadınlarımız ilim ve fen sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim basamaklarından geçeceklerdir. Kadınlar toplum yaşamında erkeklerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır.”[33]
5. İşe ve Uygulamaya Dayalı Eğitim İlkesi: Adeta bir eğitim bilimci gibi eğitim sorununun her alanı ile ilgilenen Atatürk, eğitimin işe dönük olmasını ve eğitimde uygulamaya önem verilmesi gerektiğini devamlı vurgulamıştır. Bu ilke, kısaca “iş”in, eğitim ve öğretimde ana vasıta olarak kullanılması anlamını taşır. Atatürk, daha Milli Mücadele yıllarında, 1 Mart 1922’de TBMM’nde yaptığı bir konuşmada çocuklarımızı, gençlerimizi toplum içinde ve ekonomik alanda daha verimli kılacak şekilde, uygulamalı eğitim yöntemine önem verilmesi gerektiğini hatırlatmış ve şöyle demiştir:
“… Eğitim ve öğretim yönteminin işe ve uygulamaya dayanması ilkesine uymak şarttır… Bir taraftan bilgisizliğin ortadan kaldırılmasına uğraşırken, bir taraftan da memleket evladını sosyal ve ekonomik hayatta fiilen etkin ve faydalı kılabilmek için zorunlu olan ilk bilgileri işe dayalı olarak (uygulamalı bir şekilde) vermek yöntemi eğitim sistemimizin esasını oluşturmalıdır…”[34]
Milli eğitimin, bilginin sadece bir “süs” gibi düşünülmemesi, kişilere ve topluma “yarar” sağlaması konusu, Atatürk’ün üzerinde durduğu önemli noktalardan biridir. O, 1 Mart 1923’te TBMM’nin yeni toplantı yılını açış konuşmasında şunları söylüyor:
“… Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem, bilgiyi insan için fazla bir süs, bir baskı aracı ya da uygarlık zevkinden çok, hayatta başarıya ulaşmayı sağlayan, pratik ve kullanılabilen bir araç haline getirmektir.”[35]
6. Bilimsellik İlkesi: Bu ilke eğitim ve öğretimin aaç, içerik ve araçları yönünden, bilimin en son seviyesindeki verilere göre düzenlenmesi anlamını taşımaktadır. Çağın ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir eğitim sistemi, bilimsel yöntemlere ağırlık vermelidir. Bilimin hızla ilerlemesi çağımıza damgasını vurmuştur. Milli eğitim, gençlerimizi, milletimizi bilim yarışında en öne geçirecek şekilde düzenlenmelidir. Okullarımız temel ve uygulamalı bilimlere, araştırmaya önem vermelidir. Eğitim programları bilim alanındaki en yeni gelişmeleri göz önünde tutmalıdır. Nitekim Atatürk bu konudaki düşüncelerini 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmada şöyle açıklar:
“Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, başarı için en hakiki yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, delalettir. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini idrak etmek ve ilerlemesini zamanla takip eylemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce sene evvelki ilim ve fen dilinin çizdiği düsturları (genel kuralları), şu kadar bin sene sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. Çok mesut bir his ile anlıyorum ki, muhataplarım bu gerçekleri kavramışlardır. Mutluluğum artıyor. Şundan dolayı ki, muhataplarım eğitim ve öğretimleri altında bulunan yeni nesli de gerçeğin ışıklarıyla doğuşuna sahip ve istekli olacak şekilde yetiştirecekleri sözünü vermişlerdir. Bu hepimiz için övünmeye değer bir noktadır.”[36]
7. Eğitimde Disiplin İlkesi: Öğrenim hayatında “disiplin” ilkesine bağlı olarak yetişmiş ve askeri meslek hayatında da bunu başarıyla uygulamış olan Atatürk, kurduğu yeni devletin eğitim programında da disiplini bir temel ilke olarak kabul etmiştir. O, gerçek disiplinin sevgi ve şevkatle, yapılan işin sevilmesi ve benimsenmesiyle, sorumluluk duygusuyla sağlanacağından emindir. 1 Kasım 1925’te TBMM’ni açış konuşmasında bu konuda şunları söylüyor:
“Hayatın her çalışma safhasında olduğu gibi özellikle öğretim hayatında disiplin (düzen), başarının esasıdır. Müdürler ve öğretim kadroları disiplini sağlamaya, öğrenci ise disipline uymaya mecburdur.”[37]
8. Eğitimde Laiklik İlkesi: Laiklik bir özgürlük alanı olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en temel esaslarından, kurucu değerlerinden biridir. Devletin bir temel ilkesi olarak laiklik 1937 yılında anayasaya girmiştir. Fakat 1923’ten itibaren devletin yapılanması sürecinde özellikle eğitim ve öğretimde laikleşme ilkesi hayata geçirilmiştir.
Atatürk’e göre eğitimde laiklik ilkesi, bir yandan eğitimin dini kurumların ve şahısların elinden kurtarılarak devletin, Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetimine alınması; diğer yandan da eğitim ve öğretim faaliyetlerinin amaçları ve içerikleri bakımından dünyevi gereklere uygun olarak yeniden düzenlenmesi anlamını taşımaktadır.[38]
[1] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., 2. Baskı, Ankara, 1959, s. 16.
[2] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 18.
[3] T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Cilt: II., Atatürkçülük (Atatürkçü Düşünce Sisteminin Temelleri), YÖK. Yayınları, Ankara, 1986, s. 152.
[4] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 42-45.
[5] T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 153.
[6] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 163-164.
[7] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 198.
[8] T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 153.
[9] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 173.
[10] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 232.
[11] Kemal Aytaç, bu ilgiyi iki başlık altında ele almaktadır. Bakınız: G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, Konuşmaları Seçen, Giriş Yazısı Yazan ve Yayıma Hazırlayan Prof. Dr. K. Aytaç, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1984, s. 9-10.
[12] G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, s. 18.
[13] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: I., 2. Baskı, Ankara, 1961, s. 230.
[14] T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 156-157.
[15] T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Milliyetçilik”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: I., Sayı: 2 (Mart 1986), s. 355-411.
[16] T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, s. 157.
[17] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: I., s. 401. G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, s. 95.
[18] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: I. 329.
[19] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (Bugünkü Dille), Yayına Hazırlayanlar: A. Sevim, İ. Öztoprak, M. A. Tural, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2006, s. 231-232.
[20] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (Bugünkü Dille), s. 319. G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, s. 28.
[21] G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, s. 49.
[22] T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 158.
[23] G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, s. 15.
[24] T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 160.
[25] T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 159.
[26] Atatürk, 1000 Temel Eser, İstanbul, 1970, s. 217. T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 160.
[27] T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 160.
[28] G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, s. 15-16, 27-28.
[29] Atatürkçülük I. Kitap, Ankara, 1983, s. 304-305. T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 163.
[30] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: I., s. 360. T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 163.
[31] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (Bugünkü Dille), s. 661. G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, s. 18, 65.
[32] Cinsiyet ayrımının eğitim bakımından Osmanlı Devleti’ndeki gelişimi için bakınız: T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 161 vd.
[33] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 85-86. T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 216.
[34] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: I., s. 230. T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 164. G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, s. 15-16, 27-28.
[35] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: I., s. 298. T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 164.
[36] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (Bugünkü Dille), s. 627. G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, s. 17, 55.
[37] G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, s. 17, 73.
[38] G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, s. 16.